HÜSNİYE KOÇ
İnsan yaşadığı mekânla anlam kazanan bir varlıktır. Mekânın fiziksel yapısından, kültürel dokusundan ve ruhundan beslenen insan aynı zamanda o mekânı değiştiren, dönüştüren ve ona yeni bir kimlik kazandıran kişidir. Bu ilişkiye bağlı olarak diyebiliriz ki mekânda gerçekleşen herhangi bir değişim doğrudan ya da dolaylı olarak insanı yani toplumu da değiştiren bir güç olarak karşımıza çıkar. Yüzyıllardır insanların bir arada yaşama deneyimini gerçekleştirdikleri şehirler, tarihsel süreç içerisinde kurulan medeniyetlerin kültürel, ekonomik ve toplumsal kodlarının okunduğu mekânlar olmuştur. Toplumların, özellikle o toplumu yönetenlerin şehirle olan ilişkisi üretilen mimari ve edebi eserlere yansımış ve bu ilişki ortak bir ruha dönüşmüştür. Bu ortak ruh ise insanlık tarihinin farklı dönemlerinde kırılmalara uğramış ve buna bağlı olarak da “şehir algısı” değişmeye başlamıştır. Özellikle Sanayi inkılabının yarattığı ekonomik gelişmenin sonucunda şehirler, üretimin ve ticari etkinliğin arttığı ve bununla birlikte hizmet yerleri ve pazarların yoğun olduğu mekânlara dönüşmüşlerdir. Modern zamanlarda insanları bir yandan büyük bir kaosun ve tüketimin içerisine sürükleyen bir yandan da onlara zengin imkânlar içerisinde sosyal bir çevre sağlayan bu yeni mekânlar, mimari anlayışı da değiştirmeye başlamıştır.
RUHUMU ERİTİP DE KALIPTA DONDURMUŞLAR...
İstanbul, tarihin farklı dönemlerinde farklı medeniyetlere ev sahipliği yapmış önemli bir şehirdir. Şehrin içerisinde dolaşırken bu zenginliğin kodlarını mimari eserlerden ya da ustalıkla kaleme alınmış edebi eserlerden okuyabilmek ve böylece dönemin ruhunu hissedebilmek mümkündür. Ancak bu zenginlik özellikle Osmanlı Devleti sonrasında kaybolmaya yüz tutmuş ve İstanbul herhangi bir amacı ve ruhu olmayan yeni eserlere maruz bırakılmıştır. Bugün geldiğimiz noktada ise şehir bir yandan gökdelenler, alışveriş merkezleri, bir yandan gecekondular ve çarpık kentleşme ile bir yandan da tarihi yarımadanın siluetini gölgeleyen devasa binalar arasında sıkışıp kalmıştır. Bunların yanı sıra “Kentsel Dönüşüm” adı altında başlayan şehri ıslah(!) etme çalışmaları ise şehri farklı bir kimliğe doğru sürüklemektedir. Bu yeni kimlik sadece şehrin değil; doğrudan ya da dolaylı olarak bu şehirde yaşayan her bir bireyin ve hatta gelecek nesillerin kimliği olacak. Bundan dolayıdır ki İstanbul’da yaşayan her insanın bu şehre karşı göz ardı edilemeyecek bir sorumluluğu var ve bu şehri hak ettiği kimliğe ulaştırabilmek ancak ortak bir kaygı ve estetik düzleminde buluşmakla mümkün. Peki bunca koşturmacanın arasında kim durup neyi düşünecek ya da kaybedilen estetik yeniden nasıl kazanılacak? Tabi ki okuyarak, tefekkür ederek…
SANATIN ASIL VAZİFESİ DÜNYAYI GÜZELLEŞTİRMEKTİR
Bu okuma serüvenine Beşir Ayvazoğlu’nun Turgut Cansever ile yaptığı röportajlardan yola çıkarak kaleme aldığı Dünyayı Güzelleştirmek kitabı ile başlayabiliriz. İstanbul’u sadece fiziksel yapısıyla değil geçmişi ve kültürel kodları ile de bir bütün olarak ele alan ve onu güzelleştirmeye çalışan mimar Turgut Cansever ve kalemi ile bu şehrin ruhunu ve güzelliğini insanlara aktaran Beşir Ayvazoğlu’nu bir araya getiren bu kitap bu şehre gönül vermiş herkes tarafından mutlaka okunmalı. Cansever Hoca’nın bilgi birikiminin satırlara yansıdığı bu kitapta Osmanlı estetiğinden, sanat felsefesine ve şehir tarihine; siyaset- şehir ilişkisinden, geleceğe dair pratik çözümlere kadar birçok bilgiyi bir arada bulabilmek mümkün. Kitabın içerisinde yer alan kimi örnekler ise bize sahip olduğumuz mirası hatırlatacak nitelikte. Örneğin zihinlerimize ithal edilen tasarım fikirlerinin aslında şehir ve ev kültürümüzün içerisinde yer aldığı bilgisi ile karşılaşabilir yani bugün çokça tercih edilen Ikea tarzı ev tasarımlarının “tutumlu kent- tutumlu evler” düsturu ile Osmanlı’da var olduğunu öğrenebilirsiniz. Mimari estetik ile bilgi kaynağı arasındaki ilişkiyi Tanzimat sonrasında değişen dünya görüşünün şehrin yapısına nasıl yansıdığını okuyarak anlayabilirsiniz. Böylece Avrupa şehirlerinde hayran kaldığımız devasa meydanların bizim kültürümüzde neden olmadığı sorusunun cevabını kolaylıkla verebilirsiniz.
“Niçin şehir ve mimari?” sorusuna ontolojik olarak “ahiret sorumluluğu” yani insanın dünyayı imar, inşa ve ihyasının sebebini “Ahiretin sorumluluğunu taşımak” olarak nitelendiren rahmetli Cansever Hoca’ya göre toplum, bu yanlış şehir düzeninde ahlaksızlaştırılmış vaziyettedir ve yüksek şehirleşmeyi yüksek ahlaki ve kültürel değerlerine sahip bir toplumun inşası için bir fırsata dönüştürmek gerekir. Şehirlerin ve şehrimizin kaosa dönüştüğü bu zamanda sanatın asıl vazifesinin dünyayı güzelleştirmek olduğunu söyleyen ve bu hassasiyeti bir ömre yayan Turgut Cansever’i yeniden okumak, bizlere kaybettiğimiz ya da unuttuğumuz bir ruhu, estetiği yeniden fısıldayacak.
GÜZEL BİR ÇEVRE MEYDANA GETİRMEK İÇİN
“Cansever Hoca, kaynağını çok aradığı bir hadis-i şerife dayanarak sanatın asıl vazifesinin dünyayı güzelleştirmek olduğunu söyler, estetiğini ve mimarî felsefesini bu görüşe dayandırırdı. İçinde mutlu bir hayat sürebileceğimiz güzel dünyanın, avutucu eğlencelerle değil, şehirleri ve konutları insanın “eşref-i mahlûkat” olduğu göz önüne alınarak yeniden inşa etmek suretiyle kurulabileceğine inanmıştı. Meskenin insanları sadece yağmur ve soğuktan koruyan barınaklar olarak görüldüğü, insanın güzel bir dünyada yaşama ve çevresinin oluşmasına katılma hakkı ve sorumluluğu kabul edilmediği sürece, Cansever Hoca’ya göre, asıl mânâsında beşerî ve güzel bir çevre meydana getirmek mümkün değildi.”
Beşir Ayvazoğlu
Dünyayı Güzelleştirmek
Turgut Cansever’le konuşmalar
Beşir Ayvazoğlu
Timaş Yayınları