Nar Ağacı: Rüya içinde rüya
ABONE OL
Yitik zamanın peşinde akıp duran, aşkla yanan, kavrulan, kalbin, aklın, şiirin zamanından geçmiş cennet zamanı yolcusunun, bir arayıcının, bir bulucunun, var olmak için yok olmaya razı bir usta kalemin merakla beklenen yeni romanı: Nar Ağacı...

“Hafız, kederlenme Ulu Tanrı bir kapıyı açmadıkça, bir kapıyı kapatmaz.”

Bu kitap rüya içinde rüya, zaman içinde zaman. Ne sadece Trabzon’da başlıyor, ne sadece Tebriz’e uğruyor. Yanmak üzere yola çıkan, yoldan çıkan yola dönen tüm şehirlerde başlıyor ve yine tüm şehirlerde nihayetleniyor. Düşle hakikat arasında bir köprü bu... Sahi hangi zaman daha gerçek? Taht-ı Süleyman’dan Taht-ı Süleyman’a, yani şehirden şehre, kendinden kendine... Ah, kafiyelerin en güzelidir diyor yazıcı, günah da ah ile kafiyeli.

İç içe geçmiş iki zaman içinde yapılacak yolculuğa nasibiniz varsa alacaksınız elinize Nar Ağacı’nı. Balkan Harbi’nden 1.Dünya Savaşı’na uzanan bir zamana geçeceksiniz. Işıkla yazılmış onca fotoğraf yoldaşınız olacak. Bir taraftan da yazar gibi sırt çantanızı alıp, hafifleyip, sadeleşip, arınıp o yılların izini günümüzde arayacaksınız. Geçmişte bıraktıklarına bakarken yazıcının orada buldukları bizim de kaybettiklerimiz olacak.

Zaman yarılıp, ışık parçalanacak.
Tüm hayatlar biteviye yaşanıp duracak
Her şey, her an olup durmaya devam edecek.
Ne çok yolculuk var. Hazır olduğunuzda Halk Dağı’nı aşacak, Yasemen’i yol arkadaşı olarak seçeceksiniz siz de. Ah yazarım, “karıncaların su içmeye inse incinmeyeceği günlerden birinde çekilmiş olmalı bu fotoğraf”, dediğinde içim kanıyor. Bu günlerin ardından gelecek kabus ruhumu şimdiden sıkıştırıyor. Eksildikçe artan Nevruz sofraları kalktığı için midir, bunca yürek dağlanması?
Trabzon’dan bir ırmak çağlıyor Tebriz’e doğru; Tebriz’den bir ırmak çağlıyor Trabzon’a doğru... İki gönül bu, nehirler gibi özledikleri yere doğru akıyorlar.

Tebriz’de bir halı tüccarının oğlu kahramanımız: Setterhan.
Trabzonlu inci tanesi, gönlü güzel: Zehra
Kavuşmayı özleyerek akan iki ırmağın da yolu aşktan, ateşten, cennetten, cehennemden geçiyor. Durulmak için durmak lazım. Durulmaya kaderin verdiği müddet tükeninceye kadar ne çok yol geçilecek, ne çok yolculuk yapılacak, ne çok düş görülecek ne çok düşten geçilecek.

HERKES AYNA ARAR

Setterhan’ın ilk durağı AZAM. Çölün, kumun, toprağın, güneşin sarısıyla dokunmuş, tıpkı ördüğü halılar gibi. Söylememek söylemekten zor bir aşkı taşıyan Setterhan’ın yüreğini dağlayacak her derinlik gibi tehlikeli bir sessizlik ülkesi burası. Yakıcılığı bilinerek talep edilen.
HEMİ DERDEM HEM DAĞEM
Sophia... Kitapçı Sophia. Setterhan’ın sana duyduğu ne? Aşk mı dostluk mu, bir insan diğeri için korkuyorsa bunun adı nedir? Aşktan, dostluktan, sevgiden öte bir bağ daha var mıdır? Büyükhanım ve Hacıbey, ateşin tam ortasında savaşın herkesin kendinden ibaret bıraktığı bir ayrılıkla savrulurken, bedenin acıyı taşıyamadığının şahidi gibi önümüzde duran İsmail.

“Zehra, bir bilsen unutmak bu lisanda kaç hecedir.”İsmail
Bir acıya tahammül edebilmek için daha büyük acı gerekirmiş, bu ateş denizinden geçen kahramanlarımız bitimsiz bir bahara talip olmamanın temsilcileri sanki.

Bir romandan ayrılmanın acısı diye başlayan yazıda bu romanın dört yıllık bu gerçekliğin kapağını kapatmanın mümkün olup olmadığını sorduğunda yazarım, kalbinizden kopar gibi diyor. İşte bu yüzden tam da bu yüzden kalpten kopanlara şahitlik etmek, aynı yakıcılıkta olacak.

Gönülden süzülen gönüle...
Dilden süzülen dile...
İnsanı içinden yenilemeye, geçmişte ne kaybettiğimizi sorgulamaya talip satırlar bunlar. Büyükanne Zehra ve ilk gençlik halleri. Gülcemal Vapuru’yla Balkan harbine uğurlanan “Kırık kafiye” İsmail. İsmail’in uğrağı Hamidiye Etfal Hastanesi. Trabzon’daki Taşhan. Zehra’nın yoldaşı “MASAL” Ve gülün yurdu doğunun kalbi: Hafız ve Mevlana. Çift düğümü bir iz gibi atan tezgahlardan bir bağ kurarak oluşan kimlik: Türk halısı.

Halı satıcısı: Setterhan

Yezd’e Bahman Mansuri’ye, zerdüştiye, oradan Piruz’a, Piruz Mansuri’ye, çölün içinde çölün rengine, çölün uğultusuna. Ölü bir bedenin SESSİZLİK KULESİ’ne taşınmasına.

Ne çok şeye şahit olacaksınız talipseniz. Rüya içinde bir rüya bu. Sıkça yazıcı gibi soracaksınız kendinize “her şeyi bilsek neyi değiştirebiliriz.”

Nar ağacı ve mavi bir yasemen fidanının sarmaş dolaş olduğu bir bahçeye özlem duyacaksınız siz de. Ya da bir nar ağacını tekrar görmenin, yenilenmenin, bu da geçer ya hu diyenlerin, sabrının sonunun selamete erme serüvenini göreceksiniz belki.

“Ey sıkıntı şiddetlen, nasılsa geçeceksin” hadisi kulaklarınızdan silinmeyecek uzun süre. Görünen dünya ile görünmez dünyanın yolunu ateşle kuracaksınız.

Zaman umduklarımızdan çok ummadıklarımızla bizi saracak. Savaşın acımasızlığının, yokluğunun, anlamsızlığının içinden geçerek kendinize varacaksınız.

Nazan Bekiroğlu’nun gönül dilinin, kaleminin tanığı olanlar ‘rüya tüm çektiğimiz’ diyerek ferahlayacak belki. İlk kez okuyanlarsa içindeki sevgiliyi bulmuş olmanın yakıcılığını ve nefesini hissedecekler. Çünkü hayat bir gölge ise, yazıcının geçmişin kokusunu yüreğinde taşıyan, razılığın bağlarla bağlardan koparak olduğunu bilen, kalbin söylediğinin de söylemediğinin de sır olduğunu, kalbin bulanıklığına da duruluğuna da talip olan olduğu görülecek.
Hz. Mevlana’nın sözüne uyarak dünyayı bir ırmağa benzetirsek, tüm bunlar yazıcının ırmağa düşen gölgesi. Irmağın dışından bakan okuyucular olarak belki bu kitapta bir yerde belki çok yerde bizim de gölgemiz vardır görülecek, ne dersiniz? Nar Ağacı romanı bizim de yolumuz yolculuğumuz olamaz mı? Sonra yazıcının kederin üzerine nakış nakış işlediği ümit bizim biriktirmediğimiz şeylerden çıkıp kapımıza erişemez mi? Nasibi olan yoluma çıksın diyor yazıcı başlarken. Okumak için de nasibi olan yola çıksın.