Şairler, romanı fethedebilir mi?
ABONE OL

Londra’nın sisli sokaklarındaki yüzlerce lamba, elektrikle aydınlatma yapılmazdan evvel, kandilci çocuklar tarafından yakılırmış... Güneş battıktan hemen sonra, sokaklara sessizce yayılan bu çocuklar ellerindeki uzun çubuklarla fanusların içindeki ışıkları parıldattıkları için, “empresyonistler” olarak adlandırılırmış. 

Laf, buradan çıkmış yani. Gösteriyi, karanlıkta bile devam ettirenler. Sürdürenler. Çabalayanlar. Tarif edenler. Kaçaklar. İdealist ama bir o kadar da huzursuz ruhlar. Mükemmelci, kusursuz çizimci,  eksiksiz söyleyici, perspektife yani önem sıralamasına, gerçekçiliğe, mantığa, akla, astlık-üstlük vurgusuna sıkı sıkıya bağlı klasik dönem sanatçılarına aykırı olacak biçimde, kalplerinden geçtiği gibi, ruhlarına bakarak ve hep, imgelerinin peşinde melankolik bir avcı gibi koşarak yazan, çizen, sanatçılar onlar; empresyonistler. 

Rilke, şiirde ve nesirde en önemli temsilcileri. Zaten kendini, sık sık “ben bir izlenimim’’ diye tanıtan bir şair. Yazılarını kendisinin yazmadığını, kendisinin de bir yazı olduğunu söyleyebilecek kadar düşkün hakikatin ne olduğunu aramaya... (1875-1926) yılları arasında yaşamış. Kısacık ömründen geriye halen içtenlikle okunan çok önemli şiirler bırakmış ve bir de romanı var: Malte Laurids Brigge’nin Notları. 

Bir günlük şeklinde tutulmuş ve Paris sokaklarında geçen hayatı neredeyse bir teşrih masasındaki otopsi titizliğinde kayda geçirmiş izlenimi var kitabın. Ama bu günlük, edebi tarz olarak her zaman roman olarak adlandırılmış.

PARMAK İZİ GİBİ, KADER GİBİ

Rilke’yi erken yaşlarda sevip tanımamızı ise daha tanıdık başka bir izlenimciye borçluyuz; Cahit Zarifoğlu’na. Onun özel ilgi ve kaçış alanı olan Rilke, aynı zamanda fakülte bitirme tezinin de konusudur. Bu ayrıntı şu yüzden önemli; bizde bitirme tezleri parmak izi gibidir, bir yerde insanın kaderini çizdiğinden bile şüphelenebiliriz. Nitekim Cahit Bey’in Yaşamak adlı günlük izlenimi verilerek kurgulanmış eseri de bir romandır. 

Her iki şair de nesir yazarı olmazdan evvel yazgılarını şiir peşinde koşarak tükettikleri içindir belki de, romandan veya günlükten çok şiiri andırır kitap boyu yaşanan tüm serüvenler. Doğrusunu isterseniz, şiirin tılsımı, uzun yazılarda ağır ve kasvetli bir yük haline dönüşür. İmge sağanağına uğrayan okur için, cümleler mızrak keskinliğindedir ve bu durum okuyucuyu adeta süratle koşuya çıkmış bir atlete çevirir. Ama işin heyecanı da budur, her iki kitabı da nefes nefese bir gerilim eşliğinde okursunuz, soluk soluğa...

‘’Demek buraya yaşanacak yer diye geliyorlar, burası ölünecek yer desem daha doğru’’ cümlesiyle açılır Rilke’nin ilk sayfası. Ve onun binbir kederle, yaşamıyor gibi yaşadığını anlattığı sayfalar, 70 yıl kadar sonra, Cahit Zarifoğlu için kitap ismine dönüşür; Yaşamak... Her iki şair de varoluşçudur. Her iki şair için de yaşamak çok değerlidir, hatta tutku halindedir. Rilke’nin dediği gibi, “Asıl sorun yaşamaktır.” 

Her ikisi de hayatı sadece gözleriyle seyretmeyen adamlar, kalplerindeki aydınlıkla içlerine dönerek bakıyorlar yeryüzüne...

BURADAN BİR ACI GEÇMİŞ BOYUNA

Her baktıklarında yenilikler buluyorlar gökyüzünde, yeryüzünde ve denizlerde. Tüm nazarlarında yeni keşifler açılıyor onlara. “Görmeyi öğreniyorum’’ diyor Rilke. İç dünyasını keşfeden bir çocuk gibi. Cahit Bey’in çocuksu duruluğunda da her mısrada benzeri keşif coşkusunu bulmak rastlantı olmasa gerek, “Buradan bir acı geçmiş boyuna’’... 

Ve ölüm; her iki şairde de neredeyse takıntı derecesinde etrafında fır dönülen bir mefhum. Ne gariptir ki, bunu bu yazıyı kaleme alırken farkettim, her iki şair de yaşamayı bu kadar tutkuyla anlattıkları halde, genç yaşta veda etmişler hayata. 

Yazmak, ölüm korkusunu-bilgisini yenmenin yöntemlerinden biridir Rilke’ye göre. ‘’Korkuya karşı şunu yaptım: Bütün gece oturup yazı yazdım’’ der. Ve fakat yazar ne kadar da yersiz yurtsuz birisisidir, hiç kimsedir hatta, elinde belki bir valiz ya da kitap sandığından başka bir şeyi yoktur ve dünyada bir başına dolaşmaktadır, arkadaşsız, anısız, köpeksiz... Sanatçıya has bu kozmik yalnızlığın Cahit Zarifoğlu’ndaki karşılığı ise ‘’acz’’dir. Kendini acziyet üzerinden tanıtan bir şairdir Cahit Bey...

Her ikisi de kendilerinden evvel kaleme alınmış büyük, güçlü, toplumsal, epik şairlerin aksine, melankolik ve ferdi diyebileceğimiz şiirler kaleme almışlardır. Kuşkusuz bu cesaret işidir. Eskiyi ve geleneği kıran tavırlarıyla baktığımızda her iki şair de ‘’modern’’dir. Her ne kadar Rilke’nin yazdığı Dua Saatleri ve Duino Ağıtları gibi eserler onun mistik tavrını ele veriyor olsa da, Rilke de kendisini bir Müslüman olarak tanıtmaktan şeref duyan Zarifoğlu da, modern şairlerdir.  

Rilke’nin kitabını dilimize çeviren kişinin usta şair Behçet Necatigil Beyfendi olması da kayda değer bir ayrıntı. Behçet Bey, öyle zannediyorum ki, Rilke’yi Türkçe okuruna sevdiren şahsiyettir. Çevirileri de adeta şiirdir.   

Tüm bunlardan sonra, şairlerin romanı fethetmek gibi bir sorunları olduğunu düşünmüyorum. Onlar için öyle zannederim ki; fetih değil, keşiftir münasip fiil tarifi. Keşfettikleri şey ise, bizim durağan ezberlerimizle aynı değildir büyük ihtimalle. Her neyi keşfetmeye giderlerse gitsinler, onlar, geri geldiklerinde hep şair olarak döndüler...