Seher vakti aydınlığın dağılması şiirdir
ABONE OL
Turuncu Ölüm usta öykücü Emine Batar’ın dördüncü öykü kitabı. Kitaptaki üç öykü, üç farklı bakış açısıyla anlatılıyor. Yazarın anları çoğaltarak öyküleme kabiliyeti çok etkileyici. Tüm öykülerde şiire yaklaşan bir ses seziliyor. Ölüm, yeni kitaptaki öykülerde kuşatıcı ana öğe. Ama karanlık değil bu öyküler. Ateşin rengi turuncuyu, ölümün insanı korkutan ve cezbeden yanına yakıştırdığını söylüyor Batar…
 
l “Evin odaları gibi her birimizin duvarları kendi içimize bakıyor.” Bu öykü kitabının da duvarları, bizi kuşatan bir gerçeklik olan ölümle örülmüş. Her kitabın yazarda bir hikâyesi var. Sizdeki Turuncu Ölüm’ü dinleyerek başlayalım…  
 
Turuncu Ölüm’ü yazarken rüya ile gerçek arasında mekik dokudum diyebilirim. Yas ve Tanık öykülerimi üçer, Kör Bakış öykümü iki defa yazdım ve en son yazdığım hallerini dosyaya aldım; kitabın ana omurgası böylece ortaya çıkmış oldu. Yani diğer öykülerin oluşumunu da bu üç öykü başlattı.
 
Öyküler müstakil bile olsalar, bir açıdan kitapta dosya bütünlüğü olmasından yanayım. Bu; dille, tema seçimleriyle veya öyküler arasında oluşturulacak örgüsel bir bağla gerçekleştirilebilir. “Modern insan kısaltılamayacak şeyler üzerinde çaba sarfetmiyor artık,” der Walter Benjamin ve devam eder: “Artık kısa öykü, çeşitli anlatışların katmanlaşmasından doğan yetkin anlatının en yakın resmini çizen ince, saydam katların yavaş yavaş birbiri üstüne birikmesine izin vermiyor.” Kısaltılacak ‘şeyleri’ birbirine ekledim ve tek bir ‘şey’ elde ettim. Ancak bütün parçaları aynı çerçevenin içinde görünce bitmiş bir resim olduğunu düşünecektim. Turuncu Ölüm’e başladığımda bunu farklı bir biçimde gerçekleştirme düşüncem vardı aslında: Kitabın yarısını gerçek, yarısını rüya öyküleri olarak kurgulamıştım. Bir tema gerçek ve rüya(gerçeküstü) olarak yer alacak ama her biri kitabın bir diğer parçasında olacaktı; bir rüya bir de gerçek olarak.  Bunda gayem şuydu: Gerçeği biraz sarsmak, hayali gerçeğe yaklaştırmak ve böylece, ikisinin; benzer olanı işaret ettiği bir alan oluşturmak. Fakat yazdıkça gördüm ki rüya öykülerim gerçek öykülerimin içinde kendiliğinden yer ediniyor ve onları tamamlayan parçalar barındırıyorlar. Düşündüğüm gibi olmayınca olması gerektiği gibi yazmaya başladım. Kitap benim düşündüğüm gibi değil, olması gerektiği gibi oluştu. Böylece kitaptaki üç kahramanın birleşen hikâyeleri çıktı ortaya. Bu üç karakterin nasıl bir araya geldiğini tam olarak açıklayamam ama biri diğerini çağırdı ve oluşan ilk öykü diğerlerinin de kitaba girmesini sağladı diyebilirim. 
Ölüm temasına gelince... beni hep büyülemiştir. Hayatın her köşe başında ölüm vardır. Heybetlidir, saygı ve korku uyandırır. Yazmak için kalemi elime aldığımda beni çoğu zaman kendine çeker.
 
l‘Üzülme isteği’ birkaç hikâyede dikkatimi çekti. Sebepleri farklılık gösterse de insan ruhunun ihtiyacı olan bir arzu mu bu? 
 
Üzüntü bir çeşit kusmaktır: Pişmanlıklarımızı, yaşadığımız acıların üzerimizde oluşturduğu ağırlığı kusarız. İçerideki kirli havayı dışarı atmak veya hastalıklı bir uzuvda biriken iltihabı kurutmaya çalışmak gibidir üzülmek. 
İnsan, hem iç âlemi hem çevreyle etkileşimi göz önünde bulundurularak ele alındığında ancak görülmesi, anlaşılması mümkün olabilir. Hikâyeler de insana ve insanın hakikatine yaklaşmamıza ve böylece önce kendimize sonra başkalarına doğru yol alabilmemize yardımcı olurlar. Daha da önemlisi gözden kaçmış, fark edilmemiş ayrıntıların meselenin özüne nasıl işaret ettiğini bize gösterirler. Hayatın kabaca yaşanmış kesiti, hikâye edilince ışıldar ve içindeki cevheri gösterir. Üzüntü de bunlardan biridir; baktığınızda gözyaşı görürsünüz, katmanlarını araladığınızda gizli veya aşikâr birçok sebep ile karşılaşırsınız. Galiba gizli sebeplerden biri de, ‘üzülme isteği’nin insan ruhunun arzu ettiği bir ihtiyaç olmasıdır.
 
l Mezar, toprak, gece, gözyaşı, acı… Ama ‘turuncu’ tüm bu karanlık. Neden?
 
Kefenin beyaz olması beni çok etkiler. Ölüm bilinmezliğin ve karanlığın en uç noktasıdır hâlbuki. Bizi bu dünyadaki hayattan koparıp alan büyük ve soylu gerçeği derin bir üzüntüyle fakat beyazlarla karşılarız. Genç biri öldüğünde ona en çok yakışan giysisi üzerine ağıt yakılır: Eşyadaki güzellik algısı silinmiş, yerini ölen sahibinin gençliği ve güzelliği almıştır. O artık bir giysiden daha fazlasıdır. 
 
Bütün bu karanlık ve kasvetin içinden bir ışık rengi oluşturmak istedim. Turuncu hem ateşin hem ışığın rengidir. Ölüm insanı korkutur aynı zamanda cezbeder; hem umudu hem acıyı temsil eder. Belki de bu yüzden turuncu rengi ölüme yakıştırdım. ‘Turuncu Ölüm’ kitaptaki öykülerden birinin ismi. Anlam olarak öykülerin bütününü kapsadığı için kitaba da uygun bir isim oldu. 
 
l ‘Tanık’, ‘Sağır Bahçe’ ve ‘Kara Kedi’ bağlı üç öykü. Kıskançlık tam ortada duruyor. Belki de bu nedenle yazarları kıskandıracak kadar güzel. Zeki Demirkubuz, Kıskanmak’ı  çektiğinde de aynı etkiyi yaratmıştı. Hem esini hem bu duyguyu anlatmanın cazibesini sormak istiyorum…
 
Bahsettiğiniz bağlantılı öyküleri oluştururken benim de tüylerim diken diken oldu. Bazen nasıl yazdığımızı açıklayamayız. Üzerinden vakit geçtikten sonra, “Bunu ben mi yazdım, iyi ama nasıl, neden?” diye sorduğum birkaç öykümden biridir. Sanki o öykünün mayası içinizde bir yere –sizden dahi habersiz- atılmıştır da mayanın tutma zamanı gelmiştir.  İşte yazıyı da bir “giz” haline getiren budur. İnsan önceden ne yazacağını asla bilemez. Bütün planlarını yapsa bile bambaşka bir metin ortaya çıkabilir. Bu, yazarı da memnun eden bir şeydir. Ne yazacağımızı önceden bilseydik bizim için de bir cazibesi kalmazdı. Belki tekrar yazmamızı sağlayan da bilinmezliğin büyüsüdür. Buna, ‘yazının kaderi’ diyebiliriz. Turuncu Ölüm’deki öyküleri yazdığım dönemin benim için büyülü bir zaman dilimi olduğunu söyleyebilirim. Kitabın alanından hemen hemen hiç çıkmadım, yani o sırada başka bir yazı çalışmam olmadı. Kendimi bütün olarak bu kitaptaki öykülere verdim. Ayrıca okumak konusunda da çok verimli olduğum bir zamandı. 
 
l “Acı çekmek için güç toplamak” birden çok öyküde dikkatimi çekti. Acı güç işi midir? Güçsüzler ne yapar?
 
Acı çekmeye hazırlanmak da denebilir. Günlük hayatta bunun farkında bile olmayız. Gelecek acıları sezdiğimizde bazen bedensel, bazen ruhsal olarak kendimizi ona hazırlarız. Bu aslında yaşarken oluşan bir reflekstir, refleks olduğu için de bize sezdirmeden gerçekleşir. Anneannemde çok şahit oldum: Zor bir hayat yaşamış ve zorluklar ona “kalkan edinmeyi” öğretmişler. Kendince çeşitli savunma mekanizmaları oluşturmuştu. Hiç konuşmamak, suratını asmak veya yoğun olarak bir işle meşgul olmak gibi. Sıkıntıları önceden sezer ve kendini onların üstesinden gelmeye her türlü hazırlardı. Bu haliyle etrafındakilere sert, vurdumduymaz görünürdü. İnsanlara yarasını göstermezdi anneannem. Çatık kaşlarının altında boyuna kendini onarırdı. Bu tam olarak “acı, güç işidir” anlamına gelir mi bilmem. Acı, güçlülerin işidir demek belki daha doğrudur; tekin ortamları ve durumları seçmeyi, kolayına kaçmayı bir zayıflık olarak kabul edersek eğer. 
 
l Öyküleri daha gerçek kılan bir ses, hatta kanondan bahsedilebilir… Bazen bir kedinin yaktığı ağıt, bazen bir eşyanın isyanı… Bunlar şiire de yaklaştırıyor öyküyü sanki. Ne dersiniz?
 
Varlıkların birbirini bütünlediğine inanıyorum. İnsanın düşüncesi, duygusu diğer canlılarla ve eşyayla birlikte yaşarken oluşur. Etrafındaki bütün varlıklar ve onlara karşı tutumu o insan hakkında bize önbilgi verir. Annem kışın bir süre İstanbul’da kız kardeşimde kaldı. O süre boyunca kedisi kapıdan ayrılmamış. Komşuların anlattığına göre verilen yiyecekleri yemiyormuş. Kapıda oturup ağlamaklı sesler çıkarıyormuş gün boyunca. Annem de bu haberleri duydukça ağlıyordu. İkisinin ağlaması arasında fark vardı şüphesiz. Kedi saf bir özlemle annem ise hem özlem hem sadakatin göz yaşartan gururuyla, hem de kediye acıdığı için ağlıyordu. Çok geçmeden kedi öldü. İşte o zaman annemin gözyaşlarının sebebi saf bir hal aldı. Hayat bu kadar şiirselken, insan nasıl dümdüz yazabilir ki! Güneşin batması, rüzgârın esmesi, ağaçların büyümesi, seher vakti aydınlığın taze bir hayat gibi yeryüzüne dağılması şiirdir.Babamın köstekli bir saati vardı. Yıllarca yelek cebinde taşıdı onu. Çalışmıyordu ama babama kim bilir neleri hatırlatıyordu. Babam sırlı bir insandı, birçok hikâyesini kendisiyle beraber götürdü; köstekli saatin hikâyesini de öğrenemedim. Babamı o saate bakarken hatırladığımda her seferinde güzel bir şiiri ilk defa okuyormuş gibi etkilenirim. Hepimiz şöyle dönüp bir baksak hayatımıza, güzel şiirlerin bazen ince bir dere bazen de çağlayan gibi aktığını göreceğiz. 
 
Şiir benim için diğer edebi türlerden daha özel bir yere sahiptir. Belki de şiir yazamadığım için öykülerimde şiirsel bir ses oluşturmak istiyorum. Bunu bilinçli olarak yaptığım söylenemez. Bir şiirsellik varsa şayet, çocukluğumdan bu yana kanıma karışmış ama şiire dönüşememiş o tadı öykülerime zerk ediyor olabilirim.