Tefsirin Hâlleri ve hâl-i pür melâlliği
ABONE OL
Kur’an yorumculuğu ya da eski tabirle müfessirlik, günümüz Türkiye’sinde hemen herkesin kendini ehliyet ve salahiyet sahibi gördüğü birkaç harcıâlem işten birisidir. İlk nazarda bu ifade kışkırtıcı ve rahatsız edici bulunabilir, fakat hâli hazırda yaşadığımız bir gerçeği resmettiği şüphesizdir. Bu olgusal gerçekliğe bizzat tanıklık etmek için, herhangi bir mecliste veya bilhassa sosyal medyada herhangi bir Kur’an ayetinden bahis açmak, ardından birbiri ardınca sökün eden yorumlara ibret nazarıyla bakmak kâfidir. Memlekette sayısız müfessir yetişmesi hayreti mucip bir hâldir; ancak bu, Kur’an tefsirinin başına gelebilecek en kötü hâldir. Mustafa Öztürk’ün geçtiğimiz günlerde Ankara Okulu tarafından yayımlanan Tefsirin Hâlleri adlı eserindeki izlek tam da bu meseleyle ilgili. Öztürk eserin sunuş kısmında hâli hazırdaki tefsir ve müfessirlik algısındaki hâl-i pür melâlliği “merdiven altı tefsircilik” kavramlaştırmasıyla ifade ediyor.
Öztürk’ün tespitlerine göre “merdiven altı tefsircilik” aşağı yukarı yüzyıllık bir geçmişe sahip. Yirminci yüzyılın başlarında bir taraftan Mısır’da Muhammed Abduh ve Reşid Rıza’nın öncülük ettiği tecdit-ıslah hareketince benimsenen ana kaynaklara dönüş söyleminin geniş yankı bulması ve bu yankının Mehmet Akif tarafından, “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı, asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı” dizeleriyle bu topraklara taşınması, diğer taraftan Osmanlı’nın parçalanmasıyla eş zamanlı olarak milliyetçilik ve ulus devlet ideolojisinin güç kazanması, buna paralel olarak Ziya Gökalp’in, “Bir ülke ki camilerinde Türkçe ezan okunur; köylü anlar manasını namazdaki duanın… Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur’an okunur; küçük büyük herkes bilir buyruğunu Huda’nın. Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!” dizelerinde ifadesini bulan zihniyetin milli din, ana dilde ibadet gibi projelerden söz etmeye başlaması, bütün bunların yanında Hıristiyan gelenekteki Protestanlık tecrübesinin “Solo Scriptura” (Sadece Kutsal kitap) ilkesine benzer bir söylemin, “el-İslâmu hüve’l-Kur’ânu vahdeh” (İslam sadece Kur’an’dan ibarettir) gibi mottolarla İslam dünyasında da dillendirilmeye başlaması ve kendilerini “Kur’ancılar” diye nitelendiren çevrelerce savunulan “Kur’an İslamı” söyleminin Hindistan, Mısır ve Türkiye’de pek matah bir şeymiş gibi algılanır hale gelmesi neticesinde bütün dinî ilimler hiyerarşisi alt üst olur. Bunun yanında tefsir, te’vil, usûl gibi en temel kavramlarımız alabildiğine gevşek ve gelişigüzel biçimde kullanılır hâle gelir.
EZBER BOZAN YORUMLAR
Tefsirin Hâlleri’ndeki ilk bölüm tam da bu meseleyi irdeliyor. “Tefsirin Neliği Meselesi” başlıklı bu bölümde bir taraftan İslam ilim geleneğindeki temel kaynaklar ışığında “tefsir”in mahiyet ve işleviyle ilgili çok net bir çerçeve çizilirken, bir taraftan da klasik dönem İslam âlimlerinin ilmî ıstılah kullanımında ne denli titiz davrandıkları ve fakat günümüzde bu titizlikten pek eser kalmadığı gözler önüne seriliyor. Hâli hazırdaki vahim manzara, yazarın satır aralarında işaret ettiği üzere İslam dünyasının son iki yüzyıllık modernleşme tecrübesinde yaşadığı genel savrulmanın talihsiz sonuçlarından biri olarak değerlendirilebilir.
Tefsirin Hâlleri’nde, “Kur’an Tarihine Giriş -İlk Nazil Olan Ayetler Meselesi-” başlıklı bölüm, kelimenin tam manasıyla ezber bozucu nitelikte. Müslümanlar arasında ittifakla kabul edildiği üzere Kur’an vahyi Alak suresi 1-5. ayetlerle başlamıştır. Bu yaygın kabul neredeyse bir inanç ilkesi olarak algılanıyor. Fakat yazar ilk nazil olan vahyin Fatiha suresi olduğunu savunuyor ve gerek Alak suresindeki muhtevadan, gerekse erken Mekke dönemine ait surelerdeki bazı anahtar kavramlardan hareketle bu tezini ikna edici biçimde ortaya koyuyor.
Eserdeki bir diğer ezber bozucu bölüm “Tefsirde İsrâiliyyât’ın Önem ve Değeri” başlığını taşıyor. İsrâiliyyât diye nitelendirilen bilgi ve rivayet malzemesi çağdaş dönemdeki genel yaklaşıma göre klasik tefsirin en müzmin sorunlarından biri. Ancak Öztürk bu kanaatte değil. Ona göre İsrâiliyyât tefsir için bir sorun değil, imkân. Kaldı ki sahabe ve tâbiûn âlimleri birçok ayeti İsrâilî rivayetler ışığında açıklamışlardır. Peki, İslam’ın erken dönemlerinde Kur’an tefsirinin en önemli unsurlarından biri olarak görülen İsrâîliyyât günümüzde niçin büsbütün reddedilmiş ve kendisinden kurtulunması gereken bir illet gibi algılanır hâle gelmiştir? Öztürk’e göre bu sorunun cevabı klasik dönemlerdeki ulemanın bilgi, değer ve varlık konusunda benimsediği paradigmanın çağdaş dönemde terk, hatta reddedilmiş olmasında saklı. Eski zamanlarda bilgi ve hakikat temelde işitilen şeye (sema, nakil) dayanırken, modern zamanlarda bir şeyin görülebilir ve gözle denetlenebilir olmasıyla ölçülür hâle gelmiş. Hâl böyle olunca çağdaş Müslümanlara göre İsrâiliyyât akla, mantığa, bilimsel bilgi ve bulgulara uymayan, aynı zamanda İslam’ın bir hurafe dini olarak algılanmasına yol açan asılsız haberler yığını olarak değerlendiriliyor.
Beş yüz sayfalık bir hacme yaklaşan eserin sonraki bölümlerinde de Kur’an ve tefsirle ilgili birçok yaygın kabulü tartışmaya açan Öztürk, diğer bütün eserlerinde olduğu gibi okuyucuya “Kral Çıplak” demeye çalışırken fikir ve iddiasını kuru, yavan, soğuk ve mesafeli bir üslupla değil, ilmî ve akademik titizlikten ödün vermeksizin gayet sıcak, akıcı bir dil ve üslupla deneme tadında takdim ediyor. Sonuç olarak Tefsirin Hâlleri geçmişten günümüze ilmî usûl, adâb, erkân bilir bir hâlden, herkesin Kur’an ve tefsir konusunda kendini ehliyet ve salahiyet saydığı bir hâl-i pür melâlliğe nasıl evrildiğimizi göstermesi bakımından son derece önemli bir eser.

Tefsirin Hâlleri
Mustafa Öztürk
Ankara Okulu Yayınları