Yazarlara  evlerinden bakmak
ABONE OL

Heinrich Böll’ün meşhur palyaçosu “Acaba ev, insanın kendini avutmasından başka bir şey miydi?” diyordu. Haklı. İnsanın evi gibisi yoktur. Bu bir çaresizlik mi yoksa tutku mu, bilemiyorum. İhtiyaç mı, alışkanlık mı? Bu satırları yazarken ironik bir şekilde evimden üç bin kilometre uzaktayım. Psikolojileri derinden etkileyen, üzerine birçok araştırma yapılan, her dilde en önemli deyimlere anlam sahipliği yapan “ev”, kültürün başlangıcı ve medeniyetin yapıtaşıdır desek yanlış olmaz herhalde. 

İnsan varolduğundan beri evini kurmaya çabaladı ve sonra kendi tarihini yazmaya başladı. Evlerle topluluk olundu ve bu “evli”lerin aynı mekânda aynı “merak”larla yaşaması sonucu şehir dediğimiz medeniyet nüveleri oluşmaya başladı. Ve bu anlamda “evsiz”lik, sanki insan için olmamak demek gibidir. Bu bir yere ait olmama hali, her daim toplumun dışına itilmeyle bir tutuldu. “Evli” olmak geçmişten bugüne gücün simgesi, toplumun kabulünün nişanesi oldu. 

Destanlarda ilk önce kahraman evindedir sonra evini terk etmesi gerekir ve eğer evine dönebilirse başarıya ulaşmıştır. İlk anlatılardan bu yana ev hem bir mekân hem de bir imge olarak kullanılmıştır. Önemli bir metafordur ev ve bütün sanat dallarının vazgeçilmezidir. Evsiz bir sanat düşünebilir misiniz?  

BAŞKALARININ HAYATI 

Pek beğendiğim filmlerden biri Das Leben der Anderen (Başkalarının Hayatı)’dir. Kendi evimizin dışında başka bir yerde olmak aslında ruhu sıkan bir durum. Misafirlik, hem konuğa hem ev sahibine yüktür. Bunun sebebi sizin “orada” varlığınızın bilinmesindendir. Oysa bir başkasının evinde fark edilmediğinizi bir düşünün. Aslında varsınız ve fakat görünmüyorsunuz. Aslında bayağı tabirle röntgencilik olan bu mesele bütün insanlığın hastalığı gibi. Merak edilen insanın toplumdaki hali değil, “kural”sızlığı, özel hayatı. “Süper ego”dansa “id” ilgimizi çekiyor. Muhtemelen Freud’un yıllarca üzerine çalıştığı o katışıksız hale duyulan özlem, bunlara sebep oluyor. 

François Ozon’un Dans La Maison (Evde) filmi aklıma geliyor. Evlerin içinde göz olmak. Sıradan bir ödevin tutkuya dönüşmesi. Birisi vasıtasıyla da olsa evin içini görebilme. Yani bir anlatıcının zihninden bir evde olma. Romanın doğuşu da böyle değil mi? Cemil Meriç ne diyordu: “Romanın burjuvaziyle doğduğunu söylerler. Burjuvazi Avrupa’nın imtiyazı, daha doğrusu yüz karasıdır. Roman, başka bir dünyanın, başka bir ruh ikliminin, başka bir toplumun eseridir. Bu yabancı dünyanın ilk romanlarından biri ‘Topal Şeytan’dır. Romanın yazarı, evlerin damını açar, bizi yatak odalarına sokar. Roman, başlangıcından itibaren bir ifşadır. Daha zavallı bir dünyanın, daha dişi bir manevi iklimin, daha geveze bir toplumun ürünüdür.” 

Bu sapkınlığın müsebbibi yalnızca Batı mıdır, tartışılır. Bana insani ya da halk tabiriyle çiğ süt emmeyle ilgiliymiş gibi geliyor. Birinin evinin içini görmek, özellikle fark edilmeden, tuhaf bir arzu. İnsanda olan bir şey. Bunun en rezillerini de yaşadık. Bir dönemler ülkenin gündeminden düşmeyen “BBG” programı. İzlenme rekorları kırıyordu ki halen dünya üzerinde devam eden bir format.

Başka bir açıdan bakarsak aslında mesele bir insanın yaşamını incelemek. Bir çocuk sahibi olmak mesela. Onun her dönemine tanık olmak ve büyüdükçe sizden saklandıkça bu durumun sizi rahatsız etmesi. 

TOLSTOY’UN BAHÇESİNDE

Bir vesileyle günler boyunca Moskova’daki büyük yazarların evini gezdim. Puşkin, Tolstoy, Gogol, Çehov, Bulgakov...

Aradan yıllar geçse de yaşanılmışlığa rastlamak özellikle sizi büyüleyen kalemlerin hayatlarına dokunabilmek, zaman farklı olsa da mekânlarınızın ortaklaşması, insanı garip bir şekilde mutlu ediyor. Kim Ki-duk ustanın sinirleri alt üst eden o müthiş Bin-jip (Boş Ev) filmindeki adamın tutkusunu düşünüyorum bu noktada. Başkalarının evlerinde yaşamak, onların eşyalarını kullanmak. 

Tolstoy’un evinde gezerken çalışma odasında, misafir ağırladığı odada oturmak istiyorum bir koltuğa. Sonra kalemlerini görüyorum, Anna Karenina’nın yazıldığı, Savaş ve Barış’ın kurgulandığı masaya dikkat kesiliyorum. Dinlenmek için kullandığı koltukların rahatlığı yanında çalışma sandalyesinin konforsuzluğu ilgimi çekiyor. Çay takımlarının şıklığı gözümden kaçmıyor, burada ağırladığı isimlerin bir kısmını öğreniyorum ve bir fotoğrafta buradaki bir akşam oturmasını görüyorum, bir anda “orada” olmak istiyorum. Semaverin kaynadığını, buharın incecik bir hareketle bana doğru yaklaştığını hissediyorum. Porselen bir çay fincanına uzanmamla birlikte bir ikazla irkiliyorum, “buraya” dönüyorum. 

Tolsoy’un kendi halinde ve her şeyden uzakta kendi içinde bir dünya olan kocaman bir bahçeye sahip küçük, sevimli villasında yürüdüğü bahçede yürüdüm ellerim arkamda. Zelig filmindeki Leonard Zelig gibi dönüşeceğimi hissettim. Sanki sakallarım uzuyordu, evden çıkan paltolarına sarılmış küçük kızla oğlanları görünce saçlarım seyreliyordu. Bahçedeki ufak tepeye çıkıp banka oturdum ve verandaya baktım, sanki o anda bir şekilde bir roman yazacağıma inandım.   

MÜZE STERİLİZASYONU

Tolstoy’un evi gerçekçiydi. Müze haline getirilirken daha başarılı dokunuşlar yapılmış. Diğer evlerde de -günümüzde müze sterilizasyonuna maruz kalmış olsa da -ki bu koruma olmasa başka şekilde yıllarca bir şeyleri muhafaza etmek mümkün değil- büyük yazarların büyük eserlerini düşündükleri, konuştukları, kaleme aldıkları yerleri görünce bir anda etrafınızda ilginç bir sis tabakası dolaşıyormuş gibi oluyor. Bu “nostaljik” bir şey ama Tolstoy’un evinde yaşadıklarım ve Bulgakov’un o “communal” apartman dairesinde hissettiklerim nostaljinin dışında şeylerdi. 

Puşkin’in, Gogol’ün, Çehov’un da evlerini gördüm. Daha bir “müze”ydiler. Gogol’de biraz şaşırdım. Eserlerinden edindiğim izlenim, evinde beni karşılamadı, belki yine bu müze mevzuundan olabilir. Gogol’le Bulgakov’u benzetsem de evleriyle ayrıldılar benim için. Bulgakov’un o her şeye karşı takındığı fırlama tavrı ve bohemi yaşadığı yerde de görülüyor. Lakin kara mizah ustası Gogol, huzurun hâkim olduğu bir konaktaydı. Palto ya da Burun burada yazılmamış gibi. Belki gerçekten de öyleydi çünkü yazar bir dönemini burada geçirmişti. 

İnsanların evlerine girdiğinizde onların zevklerini, tutkularını, ilgilerini, alışkanlıklarını görebilirsiniz. Dediğim gibi Gogol’ün yaşadığı yerde Gogol’ü bulamadım; yalnızca şöhretli bir yazarın misafirleri ve kendi konforu için hazırladığı bir dekor gibiydi, ev. Az da olsa Çehov’u gördüm, Doktor Çehov’u. Puşkin için bir şey beklemiyordum, çünkü o bir tanrı Rusya için. Ve doğal bir şey beklemek güç. Çok fazla Puşkin var. 

Yeniden Bulgakov’un evine dönmek istiyorum. Bir apartman dairesinde olmak. Usta ve Margarita’da okuduğumuz o 50 numaralı dairede. Bulgakov’un kaldığı apartmana girince duvarlardaki grafiti çizimler, hemen havaya sokuyor sizi. Yazarın o sürreal zihin yapısına uygun bir şekildeydi bu dekor. Katları çıkarken bir anda Azazello’yla sanki burun buruna gelecekmişsiniz gibi hissediyorsunuz. 

Daireye girdiğimde ise Köpek Kalbi’ndeki Doktor Filip Filipoviç’in evi canlandı gözümde, burası zaten bana yetmiyor, kimseyle paylaşamam, diyordu, Bulgakov aslında kahramanın ağzından. Hiçbir gösterişi olmayan bir apartman dairesi. Sıkışmış ve yoksul, görmezden gelinmeye çalışan yazara da ne kadar da uygun. Yeni dünya: apartman: yazarın zihin yapısı. Bohem: apartman: yazarın köşeye itilmesi. Sürrealizm: apartman: yazarın eserleri. 

Birçoğu devlet fonlarıyla yaptırılmış müzelerle bir şekilde sanatçılar yaşamaya devam ediyor Rusya’nın Başkentinde. Şehre gelen meraklılar da fırsat buldukça misafir oluyor bu yazarların hayatlarına. Biz millet olarak bu hususta biraz ilgisiziz sanki. Mesela Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ı yazdığı o caaanım (a’yı uzatacağım Oğuz Bey sizi sinirlendirme adına) dairenin bulunduğu binaya ne oldu?