Necip Fazıl Kısakürek... Şuurun yarattığı insan
ABONE OL

Necip Fazıl, kendi ifadesiyle "yaratmak cehdi"nde bir şair, hikâyeleri ve tiyatro eserleriyle "kemâllerin kemâli, mâveraların mâverası olan Allah'a doğru, sonsuz bir tekâmül yolunda" sanatı seçen bir edip. Bir Adam Yaratmak, Reis Bey, Tohum gibi eserleriyle tiyatroyu çağın buhranlarından kurtararak ona yeni bir mana, yeni bir aksiyon veren bir sanatkâr. Hayat denilen o büyük yanılsama, zamanın dişlerinde öğütülürken onun ellerinden çekip aldığı parçaları tiyatro sahnesinde donduran, zamanı ve mekânı çerçevenin dışına taşıran bir kalem.

Necip Fazıl'a göre tiyatro, sanat biçimlerinin bedii keşfi, Husrev'in şuurunu, Ferhad Bey'in bilgeliğini, Reis Bey'in vicdanını zamandan ve mekândan ayırarak saklamak istediği bir mikâp: "durmayan zamanın mikâp biçimi bir kavanoz içinde, bütün madde ve hareket kadrosiyle dondurulması"

Kısakürek için tiyatro, "sanatkârın içine akması şart olan en sihirli kalıplardan biri"dir. Öyle ki geçmişin sarmallarını çözmeye çalıştığımız, geleceği muhayyilemizde tasavvur ederek imar ve ihyaya yeltendiğimiz, zaman karşısında zafer kazanabileceğimiz cephelerin belki de en güçlüsü. Tiyatro, uçsuz bucaksız bir zamana dahi sığmayacak güzellikleri kendisinde neşet ettirecek ve sanatkâr bilincin en güzel örneklerini sunacak eşsiz bir hazine.

Necip Fazıl, insanoğlunun zaman karşısındaki acziyetini tiyatronun imkânlarıyla sağaltır. Bir Adam Yaratmak'ta ölümün korkunçluğu karşısında yaşama değil, tek ve gerçek hakikat olan kendi varlığına, şuuruna sığınan Husrev'i tanır, onun kederinden payımıza düşeni alırız. Yazarın şuur üzerine en çarpıcı söylevi Husrev'in dilinden dökülür.

Şuur dediğimiz şey, kelimelerle öyle kolayca ifade edilemez. Her tanım onu bir yandan açar fakat bir yandan da sınırlandırır. Kelimeler anlama giden yolda kavrama hem omuz verir hem de onu indirger. Kısakürek, Husrev'in vehimlerini çoğaltırken şuur mefhumunun da nitelikli bir tanımını yapar. Mevhumdan mefhuma ince fakat sağlam köprüler kurar. Otobiyografik hikâyesi "Bir Yalnızlık Gecesinin Vehimleri"nde ölüm ve şuur çatışmasının izlerini sürerken Bir Adam Yaratmak'ta ise Husrev'in sayıklamalarından "şuur ve zat"a dair kalabalık fakat hakikatin perdesini aralayan bir anlam devşiririz. Yirmi odalı eski konağın, "Sofalardan, merdivenlerden, sonu gelmez bir sel hâlinde gidip gelen, çıkıp inen" kalabalığı, bir "yalnızlık" doğurur. "Bu evde herkesin müthiş bir yalnızlığa düşmesi için, bu kadar çokluk olması kâfi"dir. Bu çoklukta ötekine odaklanamayan zihin kendine döner, şuurun kıvrımlarında gezinmeye başlar. Necip Fazıl o uğultular arasında bir nedensellik ilişkisi arar, konağa hayatiyeti taşkın bir manzara veren gürültüleri takip eder. Küçük bedenini aşan her olayı, sonsuz bilinçte istiflemeye çalışır. Sırtını kelimelere dayar zira kelimelere indirgenen her şey daha katlanılabilir hâle gelir.

O kalabalıkta unutulmuş bir çocuk ile tek hakikat olarak kendi bilincine sığınan mütefekkiri hikâyede el ele tutuşturur. Geçmişin belirsiz korkularına gelecekten kopup getirdiği kaftanlar giydirir: "Korkularımın menbaında kaynaşan birçok hâtıra arasında, hele iki ölüm vak'ası, bütün renkleri, sesleri ve korkularıyle canlı kalmıştı. Kız kardeşimle, büyükbabamın ölümü..."

Ölüm ve şuur arasındaki çatışma hem Necip Fazıl'da hem Husrev'de baş verir. Husrev ölen babasına değil, kendi ölümlülüğüne "Şimdi o eller nerede? Şimdi onlar belki bileğinden kopmuş, buzdan soğuk, beş tane kemikten kalem!" diyerek ağıt yakar. Necip Fazıl ise atinin kanatlarından mazinin belirsizliğine seslenir, ona bir anlam yahut anlamsızlık diker: "Tam da bu vaziyette, enseye incecik bir iplikle bağlı gibi duran kafanın göğse düşüşü... Ne o? Gâyet ufak bir hâdise!.. Bir baş göğüse düştü... Bu adam öldü mü? Bu adam yok mu artık?"

Ölüm gibi ufak bir hareketle bir adamın yok olduğuna nasıl inanabiliriz? "Mümkün değil; çıldırırız, yine de inanmayız." Husrev de toplumsal kanaate göre çıldırmamış mıdır? Yokluğa tahammül edemez Necip Fazıl, bir öz olmalıdır ki yaşamaya devam etsin, ebediyete sarksın, sonsuzluğa sataşsın. İşte o öz şuurdur. Ele avuca gelmez, tanımlara sığmaz, bütün cihanı içine alır da bir ölümü almaz, alamaz. Şuur sadece varoluş nedenimiz değildir, o bizi bir üst bilinçle buluşturan cevherdir. Tanrı'ya ancak kendi şuurumuz kanalıyla ulaşır, taşıdığımız tanrısal cüz ile ölümün karanlık yüzüne galebe çalarız. Necip Fazıl "şuur ve zat" ilişkisinin hakiki manasını bir üst bilinçte, Tanrı'da bulur. O, acziyetini mutlak hakikatte, Allah'ta dindirir. O üst bilincin remzi olan şuur kavramı, kendini aşmaya doğru yol alan, belki biraz yalpalayan yine de ısdırabını hakikatin kapısında yaşayan Husrev'de anlam bulur. İnsanın dünyadaki tek mutlak hakikatidir bilinç, âdemoğlu Tanrı'yı ve kendini onunla bilir, varlığı onunla ve onda anlamlandırır.

Ölümün yoklukla eşitlendiği anda insanın, yokluğuna tahammül edemeyeceği yegâne şey Tanrı'yı ve kendini ona bildiren şuurudur: "Allahım, ben yok olamam! Her şey olurum, yok olamam. Parça parça doğranabilirim. Nokta nokta lekelere dönebilirim. (...) Bu dünyada bırakamayacağım hiçbir şey yok. Ne deniz, ne ağaç, ne şehir, ne ev, ne kadın, ne de ben. Bu kalıbım, bu zarfım, bu kafesimle ben. Onların hepsini bırakabilirim. Fakat şuurumu, bilmek, duymak, var olmak şuurumu bırakamam." Kısakürek bedeni zarf, şuuru ise mazruf görür. Tiyatroyu da sahip olduğu şuurun taşıyıcısı/ zarfı kılarak kelimeler aracılığıyla kendinden taşar ve varlığını sürdürür.

Necip Fazıl'ın Husrev'in ağzından dillendirdiği tek arzu -nasıl ki tiyatro zamanı mikâp biçimi bir kavanozun içinde donduruyor ve böylece onu ölümün/yokluğun pençesinden kurtarıyorsa- kendi şuurunu bir kavanozun içinde dahi olsa saklama arzusudur: "Eczahane camekânlarında, ispirto dolu bir kavanozun içinde, düşürülmüş bir çocuk ölüsü gibi, yumruk kadar bir et parçasına inebilir, bir şişeye hapsedilebilirim. Fakat şişesinin camından yine dışarıyı seyreder, önümden geçenleri görür, kendimi bilir ve duyar, kendimi ve Allahımı düşünebilirm."