Dinler ve diller diyarı Mardin
ABONE OL

Mezopotamya, dört bin yılı geçkin tarihi ve değişik uygarlıkların izlerini taşımasıyla olağanüstü bir evren oluşturuyor. Mardin de müze şehir özelliğiyle Mezopotamya’nın yıldız şehirlerinden biri. İstanbul’dan yaklaşık iki saatlik yolculuktan sonra Mardin Havaalanı’na varıyorum. Sabahın erken saatleri olmasına rağmen hava kuru ve sıcak. Her ne kadar beni sevimsiz binalar karşılasa da benim derdim eskiyle. Mardin’e bir buçuk saatlik uzaklıktaki Midyat’a gidiyorum.

Midyat, masalları andıran mistik hâliyle beni büyülerken taş evlerin hikâyesine de ortak oluyorum. Dünyanın en eski yerleşim yerlerinden olan Mardin, taşların diliyle vücuda geliyor. Taş evlerin narin kapılarından, evlerin avlusuna bakıp göz hırsızlığı yapıyorum. En az dışı kadar özenli olan evlerin içi karşısında etkilenmemek mümkün değil. Taş avluda oturan Midyatlı kadınlarla aynı dilde anlaşamasak bile beden diliyle dostluk kuruyoruz. Bazen sokaklarda, bazen çarşıda, kapılarının önünde derin sohbete dalan kadınlara bakıyorum. Çoğunda beyaz, incecik bir örtü, bazılarının elinde bazılarının da çenelerinde dövmeleri var. Ne çok hikâye ne çok anı taşıyorlar belleklerinde, kim bilir? Belki bir gün hikâyelerinin meraklı dinleyicisi olurum. 

GÖKYÜZÜNÜN ALTINDA YILDIZ DENİZİ 

Bir Orta Çağ kentinde dolaşıyormuşum gibi hissettiğim yerlerden oluyor Midyat. Taş konakları, çan kuleleri, minareleri, abbaraları ile eşi benzeri olmayan bir ilçe... Çoğu zaman Kürtçe, bazen Süryanice, Arapça ve Türkçe konuşan insanların arasından geçiyorum. Çarşının içindeki pek çok yapının giriftliği zihnimi yormuyor. Gümüşçüler, kuyumcular, bakırcılar, el sanatlarının çeşit çeşit olduğu bu çarşının içinde yeni yüzler ve yeni hikâyelerle karşılaşıyorum. Midyat’ın labirent sokaklarında dolaşıp ince ve zarif mimarisinin peşine düşerken gümüşe hayat veren telkâri ustalarının atölyelerinde sanatlarının zarafetini görme şansına da erişiyorum. Bir yanda Kürtlerin ve Süryanilerin yoğun yaşadığı eski Midyat diğer yanda yeni yerleşim yerlerinin bulunduğu ve çoğunlukla Arapların yaşadığı Estel... 

Kelimelerin gücüyle aktaramayacağım, bazen daralan bazen de dar geçitlere dönen sokaklara dalıyorum. Peşimden gelen Midyatlı çocuklar, hep bir ağızdan Midyat’ı anlatıyorlar. Hepsine farklı sorular soruyorum, belki de ezberledikleri dışında söyleyecekleri vardır diye. Ben rastlamadım, belki siz rastlarsınız. Çarşının içinde dinlenip buraları özümseyeceğim bir yer buldum kendime. Gelüşke Hanı. Pek çok turistin uğrak yeri olan handa Midyat’ın yemeklerini tadıyorum. Güler yüzlü garsonların yemem konusunda ısrar ettikleri kavun ise yediğim tüm kavunları gölgede bırakacak cinsten, üzümünü de unutmamak lazım. Çayla beraber ikram edilen badem şekerini ise buradan alacaklarım arasına ekliyorum. Daha sonra yediğim ve bir Süryani yemeği olan “dobo” ise damaklara şenlik katacak türden. Gelüşke Hanı, geniş avlusu ve mağaralarıyla gördüğüm en güzel hanlardan. Burada hayat genellikle akşam güneşiyle başlıyor. Güneş evine çekildiğinde insanlar sokaklara atıyor kendini. Doğa klima görevi görürken evlerin damlarında taht adı verilen yerlerde insanlar uyuyor, sonsuz gökyüzünün altında yıldız denizini izliyorlar. “Daha deniz görmemiş bir çoban çocuğuyum” dizesi buradakilere haksızlık ediyor sanki. Oysa bu toprakların denizini herkes eşit şekilde görebiliyor.

“Daha deniz görmemiş bir çoban çocuğuyum” dizesi buradakilere haksızlık ediyor sanki. Oysa bu toprakların denizini herkes eşit şekilde görebiliyor.

MEDENİYETLER BEŞİĞİNDEN SESLER VE RENKLER

Sözlü kültürün gücünün teknolojiye teslim olduğu günümüzde, bu kültürün taşıyıcısı ve yayıcısı olan dengbejler yani ozanlar, üzerinde yaşadıkları coğrafyanın acılarını, sevinçlerini aktarma işlevini üstlenmişler. Serin bir sonbahar akşamında bir gazeteci ve gezgin olarak payıma düşenlerle mutlu olmayı biliyorum. Anadolu’nun bu mucizevi coğrafyasında dengbej Ezidi Cemil’in nağmelerine ortak oluyorum. Sözlerini anlamadığım bu ağıtvari türküler, içimi dağlarken zaman zaman mihmandarım Veli Güneş, Cemil’in sözlerini çeviriyor. Gecenin içine güneş gibi doğan bu insanlarla sözde birleşemezsem de müziğin gücü ile tekrar bir araya geliyorum. Hiç yabancılık çekmiyorum. Kürtçe, Arapça, Süryanice konuşan herkes masadaki sohbete beni de dahil ediyor, tüm muhabbet bana da aktarılarak birliktelik oluşturuluyor. Güneydoğunun sıcak ve yanık  topraklarında sessiz bir dinleyici olmayı yeğliyorum. Her yerde bir hikâye ve bir yaşanmışlık... İnsan ve taşların beraber dile gelip binbir gece masallarına bizi davet ettiği bir yer burası.

EFSANELERİN BAYRAK BAYRAK DOLAŞTIĞI TOPRAKLAR

Midyat’ın yaklaşık otuz kilometre uzağındaki “Hah”a gidiyorum. Doğanın uyanışıyla beraber yola çıkıyorum. Önümüzde derya gibi uzanan bu coğrafyada her şey dokunaklı. Tarihi yüzyıllara dayanan Meryem Ana Kilisesi köyün en manidar yapısı. Görkemi ve samimiyeti ile bize kucak açan Hah köyünün içinde yer alan bu manastırın 1. yüzyıldan kaldığına inanılmakta. Köyde 5. yy’a ait Mor Sobo Kilisesi’nin kalıntıları da görülmeye değer. Köyün güler yüzlü insanlarını ve topraklı yollarını ardımda bırakıp İzbırak köyüne yol alıyorum. Olabildiğine sessiz olan bu köyde yaşam durmuş gibi. 

En az Hah kadar etkileyici olan bu köyden sonra Midyat’ın 18 km doğusunda Süryani kadim topluluğu için çok önemli olan, M.S. 397’de yaptırılan ve daha sonra Arap-İslam orduları bölgeye geldiğinde Hz. Ömer tarafından korunması emredilen Deyrul Umur Manastırı’nı (Mor Gabriel) görmeye gidiyorum. Sanki yüzyıllar öncesinden bugüne gelmemiş gibi kocaman bir arazinin üzerinde ahenkle dans ediyor, ihtişamı ile bu geniş vahada âdeta gönüllere akıyor. Bu sonsuz topraklarda insanın günü şaşıyor, aklı karışıyor, ruhu çelişkiler içinde cevapsız kalıyor. Buraya gelinceye kadar bu renkli topluluk bende sadece sözden ibaretti. Oysa şimdi karşımda, yazılmamış bir tarih gibi duran bu coğrafyanın Kürtleri, Arapları, Ezidileri, Süryanileri yükseliyor. Bu coğrafya efsanelerin bayrak bayrak dolaştığı, gökyüzünde birikip yeryüzüne inmeyi beklediği sonsuz bir alan; Mezopotamya’ydı.