'İstanbul’suz bir bahar anlamlı değildir'
ABONE OL

İstanbul’u ille bir şeye benzetme âdeti vardır hani... Cinsiyet yüklenir, bu naz bu niyazla kadındır mutlaka diyen olur mesela... O kadarını bilemem. Ama şu kadarını biliyorum; İstanbul biraz kıskanç! Kendisini sevenleri bir arada gördü mü, asla başka şeyden bahsetmelerine müsaade etmiyor. Yazar Beşir Ayvazoğlu ile son kitabını konuşmak niyetiyle bir ikindi vakti Üsküdar’da, buluştuk. Saatler geçti, biz İstanbul’un bağını bostanını, gülünü gülzârını konuşmaktan kitaba tam olarak varamadık. Ama yamacından da fazla uzağa gitmedik. Çünkü bir İstanbul yazarı olarak Ayvazoğlu, yine dışarıdan görünüşüyle İstanbul’a, yine İstanbul’dan hayata bakıyor.

Son eserin adı, ‘Bir Ateşpâre Bin Yangın’. Yazarın bu kez teklifi, şehri anasır-ı erbaa, dört unsur, yani toprak, su, hava, ateş üzerinden okumak. Evet, tamamını konuşamadım, ama kitaba yazarının rehberliğinde, güzelim bahar rüzgârında, güllerin sümbüllerin, hatta Lâle Devri’nin içinden geçerek başlangıç yaptım. Bahar, gözümüze fer, göğsümüze nefes, gönlümüze şifa olsun... Buyurun; beraber olsun.

Havalar biraz serince, ama yine de bahar geldi mi artık, ne dersiniz?

Eskiler iki mevsimi vardır derler İstanbul’un; lodos ve poyraz. Bazen yaz ortasında poyraz eser, kış gibi. Bazen de kış ortasında lodos eser bahara döner. Lodos- poyraz arasında biraz dengesizdir İstanbul’un havası. Ama bahar geldi hiç şüphe yok. İstanbul’da bahar manzaranın pembeden beyaza, meyve çiçekleriyle donanması demekti. Bahar açmış meyve ağacı, cisimleşmiş yaşama sevinciydi. Orhan Veli’nin meşhur şiirini bilirsiniz, bu yaşama sevinci anlatılır. ‘Deli eder insanı bu deli eder insanı bu dünya/ Bu gece, bu yıldızlar, bu koku/ Bu tepeden tırnağa çiçek açmış ağaç.’ İstanbullular meyve ağaçlarının çiçeklerine ‘bahar’ derlerdi. Yani ağaçlar bahar açardı. Ve tabii İstanbul manzarasının vazgeçilmezi olan erguvanlar açtı. Erguvan seyrine çıkmanın zamanıdır. Artık zaman zaman poyrazda üşüsek de bahar kuşattı İstanbul’u... Eski şairlerimizin gözde mevsimi bahardı. Diğer mevsimleri pek sevmezlerdi. Yazı sıcak kışı da ısınma imkanları sınırlı olduğu için... Servet-i Fünuncular ise bir hüzün ve inkıraz mevsimi olarak görseler de sonbaharı da severlerdi. Tevfik Fikret’in ‘Aveng-i Şühur’unda Eylül bölümü ‘Aah ben sonbaharı pek severim’ diye biter. Ahmet Hâşim, Ahmet Hamdi Tanpınar, Refik Hâlid Karay gibi İstanbul’da yaşama sanatına vakıf şair ve yazarlar sonbahara da tutkundular. Divân şairlerinde hazan yani sonbahar yok gibidir. Ama bahar... Çinilere bakın, lâlesi, sümbülü, narçiçeği ile bütün İstanbul baharını görürsünüz. İstanbul’un florası baharda coşar da coşar... İstanbul tutkunları için İstanbul’suz bahar o kadar da anlamlı değildir. 

“Eski sanatımız buram buram İstanbul baharı tüter...”

İstanbullu ‘lâle’, Avrupa’da nasıl ‘tulip’ oldu?

Lâleyi kast ediyorsunuz zannediyorum. Evet, İstanbul’la özdeşleşmişti bir ara. Asya menşeli olmakla beraber bahçelerde süs bitkisi olarak lâle dünyaya İstanbul’dan yayılmıştır. Avusturya elçisi olarak görev alan Hollandalı diplomat Busbecq, Kanuni devrinde İstanbul’a geldiği zaman gördüğü bu çiçeklerin soğanlarını Avrupa’ya dönüşünde alarak yanında götürdü. Ondan sonra orada da hızlı bir şekilde yaygınlaştı. Lâle anlamındaki ‘tulip’ kelimesi de tülbentten gelmedir. Onun hikâyesi de şöyle; Busbecq yanına refakatçi olarak verilen kişinin sarığının kenarındaki lâleyi görüyor. Bu nedir diye soruyor. Refakatçi sarığın sorulduğunu zannederek ‘tülbent’ diyor. Busbecq tülbendi tulip olarak anlıyor ve lâleyi tulip olarak adlandırıyor. O tarihten sonra Batı’da lâlenin ismi tuliptir.

Adını verdiği Lâle Devri’nden önceki şöhreti nasıl lâlenin? Önceden de önemseniyor muydu?

Lâle sevgisi, adını verdiği Lâle Devri’ne has bir şey değil. Kanuni devrinden itibaren klasik bahçelerimizin vazgeçilmez çiçeklerinden biridir. Klasik bahçelerimizde karışık olarak dikilmez çiçekler. Lâlezâr denilen lâle bölümü, gülzâr denilen gül bölümü... Zevkleri çok sade idi, karışık şeyleri sevmezlerdi. Bu zevk sadece çinilere değil şiire de yansırdı. Şiirlerimiz lâlezârlarla, gülzârla ve çemenzârlarla doludur. Hayattan bahsetmiyormuş gibi görünür Dîvan şairleri ama şiirlerinde anlattıkları, İstanbul hayatı, İstanbul baharı, İstanbul estetiği, İstanbul duyuşudur. Eski şiir, çinilerimiz, eski sanatımız buram buram İstanbul baharı tüter diyebiliriz. Lale devrinden kısa bir süre önceki IV. Mehmet devri de çiçekçiliğin ve bahçeciliğin doruk noktasına ulaştığı bir devirdir. Bilinmez pek... I. Ahmet kendisi çiçek yetiştiren bir padişah. Dîvanına bakın, çiçekten geçemezsiniz. Ama Lâle devri daha özel bir devir.  Eğlenceye düşkünlük, hayattan kâm alma, zevk, keyif devri gibi görünüyor. Ama matbaa o devirde gelmiş. Kağıthaneye ismini veren kağıt fabrikası o devirde kurulmuştur. Böylece bazı ciddi atılımlar da var. Kağıthane’de (o devirde cennet gibi bir yer), bazı Boğaziçi mesirelerinde, büyük lâle bahçelerinde bahar aylarında özellikle, ciddi manada eğlence törenleri düzenleniyor. Otağlar kuruluyor, musiki takımları, cambazlar... Eğlence deyince aklınıza gelebilecek her şey oralarda gerçekleştiriliyor. İşte bu eğlence hayatı Nedim’in şiirine çok canlı bir şekilde yansıyor.

TULPENMANIE-LÂLE DELİLİĞİ

Öyle lâle ustaları var ki; sadece üst seviyede değil; halk arasında. Tabak Ata diye bir adam var. Aslında Debbağ Ataullah Efendi, ama halk arasında adı Tabak Ata. Yüzlerce lâle çeşidi yetiştiriyor, düşünebiliyor musunuz? Sadrazamından halka kadar herkesi bir lâle heyecanı sarmış. Binlerce lâle formu yetiştiriliyor ve her birinin özel adı var. Ama bizim lalecilerin yetiştirdikleri lale çok özeldir. Bugünküler gibi değil. İnce, uzun ve taç yaprakları harçer gibi sivridir. Eskiler bu laleye ‘Lale-i Rumi’ derlerdi. Turhan Baytop İstanbul lalesi demiş. Meraklıları yetiştirdikleri yeni lâle çeşidine bir isim veriyor ve bu ismi bir kıta ile ebedileştiriyor. Mesela bir Fennî Dede vardır; ‘Tuhfetül İhvan’ diye küçük bir eseri var. Lâlelere verdiği isimlere yazdığı kıtalardan oluşan bir kitaptır. Yani bir çeşit yarış haline geliyor lâle yetiştirmek. Hatta polisiye vakalar bile oluyor. Ahmet Refik’in ‘Lâle Devri’ni okursanız çalınan soğan vakalarını da görürsünüz. Sadece burada değil. Hollanda’da da borsası kuruluyor, inanılmaz fiyatlarla alınıp satılan bir nesne haline geliyor lâle. Tabii spekülatif bir piyasa bu. Birkaç lâle soğanına servetini yatıranlar var. Sonra bir spekülasyon; sıfıra düşüyor. Hollanda’daki tulipomanya başlı başına bir olaydır ama bizde de yaşanmıştır. (Böylelikle Hollanda’nın bu dönemine ilişkin tarih ve ekonomi kayıtlarına “Tulpenmanie-Lâle Manyaklığı” tanımı da girmiş oluyor) 19’uncu yüzyıla kadar sarkan bu meraka, Enderunlu Vâsıf gibi şiirinde hücum eden, alay eden de var...

Lâlenin Osmanlı’yı cezbeden temel özelliği nedir?

İşin esprisi orada tabii. Hem dünyevi hem dini tarafı vardır lâlenin. Dünyevi olarak bakılırsa kadehe benzer. Ama bir de lâle kelimesinin harflerinin (iki lam, elif ve he) ebcet hesabında toplamı altmış altıdır. Aynı harfler Allah kelimesinde de vardır, hilâl kelimesinde de vardır. Yani hepsinin ebcetteki sayı karşılığı altmış altıdır. Dolayısıyla lâle dini duyarlılığı olan şairlerde Allah’ın sembolüdür. Bir beyitte şöyle ifade bulur;

“Mazhar-ı ism-i celal olmasa hakkâ lale

Bulamazdı bu kadar rütbe-i vâlâ lale “

Yani lâle eğer Allah’ın ismini taşıyor olmasaydı bu derece yücelere çıkmaz, böylesine rağbet bulamazdı diyor şair.

Çiçek sevgisinin güçlü olduğu açık. Nerelerde kullanılıyor, sadece pencere önü saksılarında ya da bahçelerde mi?

Hayatımızın hemen her safhasında çiçek var. Hatta Evliya Çelebi Selimiye Camii’nde safların arasında özellikle güzel kokulu çiçeklerin dizili olduğunu söyler. Cami cemaati kalabalık olduğundan hem kokuyu hafifletmek hem göz estetiği için düşünülen bir şey... Gravürlere yansıyan çiçek pazarlarını, seyyar çiçekçileri görüyoruz. Ama yine de makbul olan pazar işi kesilmiş çiçek değil, saksı içinde canlı çiçek takdim etmek. Yine bazı alanlarda kullanmak için kesme çiçek gerekiyor. Mesela zarifler sarıklarının kenarına bir gül, lâle filan iliştirirler. Hatta Nedim’in meşhur bir müstezad gazelinde

“Sen kim gelesin meclise bir yer mi bulunmaz

Baş üzre yerin var

Gül goncasısın gûşe-i destâr senindir

Gel ey gül-i rana” diyor.

Yani sen meclise gelince başımızın üstünde yerin var, çünkü gül goncasısın, sarığımızın kıvrımına gül takar gibi seni de başımızın üstünde taşırız. Düşünün, Bursalı Şiblîzâde Nakkaş Ahmet Çelebi vardır, ressam... Meşhur gül koklayan Fatih (II. Mehmet) minyatürü onundur. Hemen hemen bütün padişahların elinde gül vardır minyatürlerde. Gül koklarken tasvir edilirler. Gül hayatımızın içinde o kadar yaygın, o kadar çok kullanılıyor ki...

Güle gösterilen ilginin özel bir sebebi var mı?

Tabii padişahların ellerinde gül olmasının bir anlamı daha var. Sembolik anlamı en zengin çiçek güldür şüphesiz. Gelenekte gülün Hz. Peygamber’in toprağa damlayan terinden doğduğuna dair inanç vardır. Bu yüzden mübarek sayılır. Mevlid törenlerinde vs, gülsuyu ikramı da bundandır. Adeta dini bir ritüelin parçasıdır. Gül, Peygamberin sembolüdür. Şiilerimize, ilahilerimize bu çok net biçimde girmiş. Gülle ilgili o kadar çok tasavvur vardır ki, ciltler dolusu kitap yazılabilir. Dini manaları dışında açılmış gül başka anlamlara gelir, gonca halindeki başka... Ayrıca tezyinatta (süsleme sanatı) son derece önemlidir. Kur’an-ı Kerim’deki ayetleri ayıran noktalamalar da güldür, hizip gülleri vardır. Mistik (tasavvufi) şiirimizde de lâle Allah’ı, gül Hz. Peygamberi sembolize eder.

Şânını lâleden, adını Yahya Kemâl’den alan devir...

 ‘Lâle Devri’ diye ne zaman adı konuluyor bu dönemin? 

Yahya Kemâl Paris’te yaşadığı yıllarda şiirde yeni bir dil arayışı içinde. Devrin şairlerinden Mallerme’nin”...şiirle uğraşan gençler Verlaine’in Fetes Galantes’ını mutlaka okumalıdırlar...” dediğini öğreniyor. Bu şiir kitabında 18’inci yüzyıl Fransız asilzadelerinin hayatı, o devrin diliyle anlatılıyor. Yahya Kemal de okumuş, çok hoşlanmış. Ben de buna benzer bir şey yazayım diye düşünüyor. Şark eserleri kütüphanesine gidiyor, ona denk gelen dönemde bizim şiirimizin nasıl olduğunu inceliyor. Meraklı zaten. Nedim’in divanını okuyunca büyüleniyor. Orada lâleye özel vurgu yapıldığını fark edince ‘Lâle Devri’ ismini veriyor. ‘Lâle Devri’ ifadesini ilk defa Yahya Kemâl kullanıyor. Paris’te yazdığı gazellerden birinin redife ‘lale devrinde’dir. O sıralarda müfettiş olarak Paris’e gönderilen Ahmet Refik Altınay’a bundan bahsediyor, Sorbonne Üniversitesi’nde ‘Lâle Devri’ konusunda doktora yapmak istediğini söylüyor. Ahmet Refik Bey de Yahya Kemâl’den aldığı bu isimle 1912’de ‘Lâle Devri’ diye kitap yazıyor. Böylelikle III. Ahmet devri Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın sadrazamlığından itibaren 1730’lara kadar süren bir dönem, sanattan gündelik hayata her alanda lâleye duyulan büyük alaka dolayısıyla ‘Lâle Devri’ diye anılmaya başlanıyor.

‘Ya lâle açmalıdır göğsümüzde yahut gül...’

Lâlenin bütün zarafet ve estetiğine rağmen Ahmet Hamdi Tanpınar gibi gülü lâleye tercih eden de var. Tanpınar lâleyi sentetik bulur, O’na göre gül daha canlı, daha hayat doludur. Ayrıca tüm dünya şairleri ile bizim şiirimizi buluşturacak çiçek güldür der, lâle değil. Hakikaten doğudan batıya bütün dünya edebiyatında gül, birinci çiçektir. Lâle bu kadar evrensel değil. Yine de neredeyse yüz-yüz elli yıllık bir zaman diliminde bizim kültürümüzün bir çeşit sembolü haline gelmişti. Fakat inkıraz dönemi her alanda olduğu gibi bahçelerimizin de tarûmar olmasına, çiçek kültürümüzün yok olmasına, unutulmasına yol açtı. Bu bir gerçek. Klasik bahçelerimiz dağıldı. Çünkü batılılaşma hevesiyle, özellikle III. Selim devrinden itibaren ağaçların traşlandığı Fransız tipi bahçeler meydana getirildi. Bizim bahçelerimiz Japon, Çin bahçeleri gibi bütünüyle serbest bırakılmış bahçeler değildir. Müdahale edilir fakat tabiiliği asla bozulmaz. Ağaçlar budanarak onlara -Fransız usulü- insan, hayvan şekilleri verilmez. Düzenlenmiş tabiatla, düzenlenmemiş tabiat arasında geçişi sağlayan, sade bir bahçe tanzim anlayışımız vardır.

Cennete benzeyen bahçelerden, kırılma dönemlerine ve unutulan bir kültüre... Bugüne bakınca ne görünüyor?

Bahçe zevki ekonomik refahla da alakalı bir şey. Zaten bu lale sümbül gibi çiçeklere yeniden dönüş, aynı zamanda toplumda bir refah yaygınlığının olduğu bir dönem. İnsanlar bahçe yapmayı temel ihtiyaçlarını hallettikten sonra düşünürler. Hayatı güzelleştirme çabası temel ihtiyaçların giderilmesinden sonra başlayan bir şeydir. Dolayısıyla refah seviyesi arttıkça peyzaj mimarlarının işi çoğalacaktır. Ekonomik trende bakarsanız, milli gelirdeki yükseliş devam edecek demektir. Bunun devam etmesi demek şehirlerimizin güzelleşmesi, daha güzel bahçelerimizin olması demektir. İnsanlar yaşam kalitelerini arttırmak için bahçeye, çiçeğe daha fazla önem verebilir. Belki daha çok okuyacaklar, kitaba, dergiye, gazeteye daha fazla vakit ve para harcayacaklardır. 

İstanbul çiçeklere yeni anlamlar mı yüklüyor?

Sümbül, lâle aslında her yerde yetişen çiçekler. Ama yine de İstanbul’a has bir duyarlılık var bunlarla alakalı. Etrafında efsaneler gelişiyor. Eski edebiyat, dîvan şiiri denince, merkez İstanbul’dur. İmparatorluğun tamamında yaygındır ama buradan İmparatorluğun köşelerine gider o şiir. Dolayısıyla çiçeklerle ilgili tasavvurlarımız da İstanbullu şairin tasavvurudur. Mistik bir anlamı yok, ama sümbül sevgilinin saçına benzetilir. Yanakları güldür. Boyu selvidir. Gözleri nergistir. Böyle bir bitki sembolizmi Fars şiirinin de tesiriyle, etkili bir biçimde kullanılmıştır. Neredeyse tepeden tırnağa çiçektendir dîvan şairlerinin sevgilileri.

Siz baharı hangi şairin dizelerinde buluyorsunuz?

En güzel bahar şiiri Yahya Kemal’in Erenköyü’nde Bahar’ıdır bence...

ERENKÖYÜ’NDE BAHAR

Cânan aramızda bir adındı,

Şîrin gibi hüsn ü âna unvan,

Bir sahile hem şerefti hem şan,

Çok kerre hayâlimizde cânan

Bir şi’ri hatırlatan kadındı.

 

İstanbul’un öyledir bahârı;

Bir aşk oluverdi âşinâlık...

Aylarca hayâl içinde kaldık;

Zannımca Erenköyü’nde artık

Görmez felek öyle bir bahârı.

“Bir Ateşpâre Bin Yangın, eski İstanbul’a edebiyatın penceresinde bakılarak yapılmış nostaljik bir gezidir. Semtleri, mahalleleri, sokakları, evleri ağaçları, çiçekleri, iklimi, kayıkları, çeşmeleri, sebilleri güzel insanları ve tutkunlarıyla İstanbul... Benim yaşamadığım, fakat yaşayanların yazdıklarını okuyarak tanıyıp sevdiğim eski İstanbul...”Beşir Ayvazoğlu/Bir Ateşpâre Bin Yangın

ÇİÇEK PİYASASINA DEVLET NİZAMI...

Bu başlı başına bir kültür. Sultan İbrahim döneminde bir çiçek encümeni kuruluyor. Hem çiçek pazarını tanzim etmek, çiçekçilerin aralarındaki problemleri gidermek hem de çiçeklerin kalite ve standardını belirlemekle görevli. Soğanlı bitkilerin nakline ilişkin fermanlar var, Maraş tarafından sümbül veya Kırım’dan lâle soğanları ısmarlanıyor. Hasbahçelerde (padişah bahçeleri) yetiştiriliyor. Bu encümenin başına da, tasavvuf tarihinin önemli isimlerinden biri olan ve Mesnevi şair olarak tanınan; Sarı Abdullah Efendi getiriliyor. ‘Lâle Devri’ndeki çiçek encümeninin başında ise Mehmet Lâlezârî adında bir çiçek üstadı var. Bu ustalar hem özel formlar yetiştiriyorlar hem de bu yetiştirdikleri lâleri, gülleri, sümbülleri tanıttıkları kitaplar yazıyorlar. Bizim kütüphanelerimizde, Ali Emiri’de olsun, Süleymaniye’de olsun şükûfenâme denilen çiçek kitapları vardır. Bu kitapları Seyit Ali Kahraman yeniden yayına hazırladı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi de bunları muhteşem kitaplar olarak bastı.*

*Şükûfename/Osmanlı Dönemi Çiçek

Kitapları/Seyit Ali Kahraman

Hanım sallandı, ciğer sırığı, daha neler...

Ben ‘Güller Kitabı’nı yazarken Nâbedid isimli, adı pek bilinmeyen, unutulmuş bir şairin ‘Çiçekler Arasında’ adlı bir kitabını gördüm. (Zaten Güller Kitabı’nı yazmama vesile olan da bu kitaptır.) Çiçek meraklısı bir adam. Devlet memuru. Kötü bir şair. Fakat meraklı biri. Mesela arabalar üzerine de bir şiir kitabı yazmış. Baktım orada ‘anasına babasına pay veren’ diye bir şey var. Bu bir çiçek adı! Mesela ana kokusu (şebboy), gâvur gülü, saffet-i derun, ciğerci sırığı, hanım sallandı, toprak kabul etmez... Hepsi Türkçe dikkat ederseniz. Yabancı isimli çiçekleri pek sevmiyor. Çiçek türleri var, rododendron, margrit, kamelya gibi çiçeklerden de bahsediyor ama bu isimleri sevmiyor, Türkçe adlarını seviyor. Demek ki hepsinin Türkçe adları da varmış. Biz kullanmıyoruz artık. Biliyorsunuz genellikle yabancı adlarını kullanmayı tercih ederiz renklerin de, çiçeklerin de... (Ayvazoğlu sözün bu kısmında meraklıları için bir ipucu vererek Turhan Baytop’un ‘Bitki Adları Sözlüğü’nü hatırlatıyor.) Bunları kullanarak yaygınlaştırmak lazım. Bu sadece üst tabakaya ait bir ilgi değil, halk arasında da yaygın bir çiçek kültürünün olduğu çiçek adlarından anlaşılıyor.