Sakarya Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Kemal İnat, "NATO Zirvesi, Türkiye'nin NATO'daki yeri ve Türk-Amerikan ilişkileri" başlıklı çarpıcı bir yazı kaleme aldı. İşte AA'da yer alan analiz yazısı;
Pazartesi günü Brüksel'de gerçekleştirilen NATO Zirvesi hem uluslararası siyasal sisteme etkileri hem de Türkiye'nin NATO'daki yeri ve Türk-Amerikan ilişkilerinin geleceği açısından oldukça önemliydi. Her üç konunun da birbiriyle çok yakın bağları olduğunu vurgulayarak yazıya başlamak doğru olur.
Başta ABD olmak üzere, NATO'nun önde gelen Batılı ülkelerinin Çin ve Rusya'nın uluslararası güç mücadelesindeki rollerine dair algıları Türkiye'nin bu ülkelerle ilişkilerini ve dolayısıyla NATO'daki rolünü yakından ilgilendiriyordu. Zirve öncesinde, Türkiye'nin Batı ile zayıflayan bağlarını ABD Başkanı Joe Biden'ın kesip atmasını bekleyenlerin varlığı Erdoğan-Biden görüşmesinin ne kadar önemli olduğunu göstermeye yetiyordu. Zirvenin Türkiye'nin ABD ve diğer Batılı ülkelerle ilişkileri açısından sonuçlarını anlamak için önce bu önemli toplantının uluslararası politika açısından ne anlam ifade ettiğine değinelim.
Beklendiği gibi, NATO Zirvesi'nin en önemli konusu Çin'in giderek artan ekonomik ve askeri gücü karşısında İttifak'ın nasıl tavır göstereceği meselesi oldu. ABD'nin güçlü bir şekilde ittifak bağlarına geri döndüğünü gösterme gayreti içerisinde olan Biden'ın NATO Zirvesi'nden en büyük beklentisi, ülkesinin uluslararası sistemdeki dominant pozisyonuna ve Batı merkezli uluslararası sisteme en büyük meydan okumayı yapan Çin'e karşı diğer NATO üyelerinin tam desteğini almaktı. Genel Sekreter Jens Stoltenberg'in zirve sonrası açıklamalarındaki Çin vurgusu Biden'ın bu hedefinde "kısmen" başarılı olduğunu gösteriyor. Çin'in zirve sonuç bildirisinde bu kadar açık bir şekilde dile getirilmesini bir başarı olarak niteleyen Stoltenberg, Çin'in nükleer ve yapay zekaya dayalı silah sistemleri alanındaki silahlanma girişimlerinin, Rusya ile askeri işbirliğinin ve dezenformasyon politikalarının NATO için tehdit olduğunu ifade etti. Çin'in bu kadar açık şekilde bir rakip ve tehdit unsuru olarak gündeme gelmesi bu ülkenin yükselişine karşı koyma konusunda bugüne kadar başarılı olamayan ABD için önemliydi.
Washington şimdiye kadar başarısız olduğu bu alanda artık müttefikleriyle daha yakın çalışmak istiyor. Fakat Çin'in yükselişine karşı etkili politikalar geliştirme konusunda Biden yönetiminin önemli sorunları olduğunun altını çizmek gerekir. Batılı müttefiklerinin ikircikli tavrı, Rusya'nın bu mücadelede nerede yer alacağı meselesi ve Türkiye gibi Batılı olmayan müttefiklere yönelik rasyonel politika geliştirmeyi zorlaştıran lobilerin varlığı bu sorunların önde gelenlerini oluşturuyor. Ayrıca dünyanın en büyük askeri ittifakı olan NATO'nun Afganistan hezimetinin tescillendiği ve bu konuda İttifak'ın Türkiye'ye bel bağladığı bir zirveden Pekin'i caydıracak kararlı mesajlar çıkmasının zorluğunu da bu sorunlara eklemek gerek.
Zirve sırasında Almanya Başbakanı Angela Merkel ile Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'un Çin konusundaki açıklamalarına bakıldığında, bu ülkeyle ekonomik ilişkilerini riske atacak politikalardan uzak durmaya çalıştıklarını anlamak zor değil. Merkel Çin tehdidinin "abartılmaması gerektiğini" ve bu ülkenin "bazı meselelerde rakip olduğu kadar bazı alanlarda da ortak olduğunu" vurgularken, en son zirvede NATO'nun "beyin ölümünün gerçekleştiğini" söyleyip tepki toplayan Macron da "Çin ile ilişkilerinin sadece askeri boyutu olmadığını" ifade ederek bu ülkeyle ilişkiyi NATO şemsiyesi altında yürütmeye istekli olmadığını gösterdi. Yani Biden'ın Avrupalı ortakları zirve sonuç bildirgesinde Çin'den kaynaklanan tehditlere değinilmesine rıza gösterdiler ama diğer taraftan yaptıkları açıklamalarla Pekin'i teskin edici bir tavır takındılar. Bu tutum Avrupa ülkelerinin Çin'in yükselişi karşısında nasıl bir politika izleyeceklerine dair uzun zamandır devam eden kafa karışıklıklarının açık bir tezahürü olarak görülebilir. Yakın ve orta vadedeki ekonomik kaygılarının orta ve uzun vadedeki güvenlik kaygılarıyla çatışmasının neden olduğu bir ikilemi yaşıyorlar. Bir taraftan Çin'in giderek Batıya kayan nüfuzunun kendi arka bahçeleri olarak gördükleri Balkanlar'a ve Doğu Avrupa'ya kadar uzanmasından rahatsızlar; diğer taraftan ise Pekin'i doğrudan karşılarına almanın Avrupalı şirketler için doğuracağı ekonomik maliyetlerle yüz yüze gelmek istemiyorlar.
Avrupalı müttefiklerinin bu ikilemlerini gören ABD için Çin'e karşı mücadelede Rusya daha fazla önem kazanıyor. Orta ve uzun vade açısından bakıldığında ABD için rasyonel olan, Washington'un Pekin'e karşı daha büyük mücadelesinde Moskova'yı yanına çekmek ya da en azından tarafsızlığını sağlamaktır. Zira ABD'nin yaklaşık on beşte biri kadar bir ekonomik büyüklüğe sahip olan ve bu ekonomisi de esas olarak petrol ve doğalgaza dayanan Rusya'nın ekonomik açıdan ABD'nin dünya liderliğine bir tehdit oluşturması söz konusu değil. Bunun yanında, ekonomik ve askeri kapasitesi hızla büyüyen Çin'in emperyal hedefler geliştirmesi durumunda bundan en fazla zarar görecek ülkelerin başında onunla en uzun sınıra sahip olan Rusya geliyor. Bu durum ABD'nin Rusya ile çatışmacı bir ilişki yerine işbirliğine odaklanmasını rasyonel kılsa da Moskova'nın askeri gücünü çok fazla öne çıkaran politikalara yönelmesi Rusya ile işbirliği eksenli bir ilişki geliştirilmesini zorlaştırıyor. Biden'ın Rusya'nın saldırgan ve yayılmacı politikalarına karşı koymasını bekleyenler de var; Çin'e karşı asıl güç mücadelesinde Moskova'yı Pekin'in yanına itecek adımlardan kaçınmasını isteyenler de.
Biden'ın benzer bir ikileme Türkiye konusunda da sahip olduğunu ifade etmek gerekir. ABD'deki Türkiye düşmanı lobilerin yoğun çalışması sonucu başta Kongre olmak üzere, Amerikan kurumlarında ve medyasında zirve yapan Türkiye karşıtlığı Biden'ı "Erdoğan'ı demokratik yollarla devirmekten" bahsetme noktasına getirmişti. Türkiye'deki iktidarı devirmek için uzun zamandır yürüttükleri çalışmaları, bu konuda memnun olmadıkları Donald Trump'ın ardından başkan seçilen Biden'ın bu yönde atacağı adımlarla taçlandırmak isteyen çevreler reelpolitik duvarına çarpmış görünüyorlar. Lobilerin kendi çıkarlarını önceleyerek Amerikan dış politikasını rasyonel çizgiden saptırdığına dair çok sayıda çalışma var ama lobilerin de etki gücünün sınırsız olmadığını ifade etmek gerek. Çin'e karşı mücadeleye odaklanmak zorunda olan Biden'ın NATO'ya ve NATO içerisinde en önemli aktörlerden biri olan Türkiye'ye ihtiyacı var. Brüksel'de gerçekleştirilen Erdoğan-Biden zirvesinde iki ülke ilişkilerinde bir kopuş bekleyenlerin anlamakta zorlandıkları konu bu.
Zirve sonrasında her iki ülke liderinin verdiği olumlu mesajlar Türk-Amerikan ilişkilerindeki sorunların çözüldüğü anlamına gelmiyor kuşkusuz. Bazılarının umduğu gibi iki ülke ilişkilerinde kopuş olmadığı gibi ilişkiler rayına da girmedi. Bugüne kadar Türk-Amerikan ilişkilerinin krize sürüklenmesi ve bu yolla Türkiye'deki iktidarın zayıflaması için çalışanlar bundan sonra da bu yönde çalışmaya devam edecekler. Bu çabalarıyla Biden yönetimini, Türk-Amerikan ilişkileri için rasyonel olan adımları atmak yerine kendi lobilerinin Türkiye'deki iktidarı hedef alan ajandasına uygun hareket etmeye zorlamaya devam edecekler. Fakat ABD için asıl tehdidin Çin'in yükselişi olması ve Türkiye gibi önemli bir müttefiki Çin'e kaybetmeme endişesi bu Türkiye karşıtı çevrelerin en büyük handikabı olmaya devam edecek görünüyor.
[Prof. Dr. Kemal İnat Sakarya Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesidir]