Mustafa Yeneroğlu: AB’nin derdi “ne şiş yansın ne kebap”
ABONE OL

Türkiye’nin tepkisi sertti. AB Türkiye ile ve aslında kendi geleceğiyle ilgili bir karar anına yaklaşıyor. Devlet başkanları düzeyinde gelen ilk işaretler “devam” diyor. Peki, bundan sonra ne olur? Ya da neden böyle oldu? Avrupa bizi neden anlamıyor? AB Türkiye’de değişen siyaseti ve toplumu doğru okumakta nasıl bu kadar başarısız olabiliyor? Biz kendimizi ne kadar doğru anlatabiliyoruz? Avrupa’nın temas halinde olduğu isimlerin isabetsizliği bir seçim mi bir sonuç mu? Ne yapmalıyız? Tüm bu soruları Almanya doğumlu olan hukukçu, dolayısıyla Avrupa hukukunu ve siyasi kültürünü çok iyi bilen Mustafa Yeneroğlu’na yönelttim. AK Parti İstanbul milletvekili olan Yeneroğlu Türkiye’nin Avrupa’daki en güçlü seslerinin biri.

***

Perşembe günü Avrupa Parlamentosunda Türkiye ile üyelik müzakerelerini geçici süre dondurmayı tavsiye eden tasarı 37'ye karşı 479 oyla kabul edildi. 107 üye ise çekimser kaldı. AP'nin üyelik müzakerelerini sonlandırma veya dondurma yetkisi yok ama AB Konseyi ve üye ülke yönetimlerine bir tür tavsiyede bulunuyor ve durum o ki Avrupa Parlamentosu’nun kafası karışık falan değil. Türkiye’yi istemiyorlar. Öyle mi?

AB içerisinde Türkiye’yi hiçbir zaman görmek istemeyenler elbette var. Ayrıca üyelik müzakerelerinin başından beri oldukça kırılgan bir zemin üzerinde sürdürüldüğünü unutmamak gerek. Bu sürecin önünü açan Almanya’daki Schröder iktidarından kısa bir süre sonra, yani henüz 2005 yılında Merkel iktidarının imtiyazlı ortaklıkta ısrar etmiş olmasını göz ardı etmemeliyiz. Bu dönemde Avrupa liderleri tarihi bir fırsat kaçırdı. Ben Merkel’in o dönemde de bunun farkında olduğunu, fakat parti için muhalefete gücü yetmediğini düşünüyorum. Yani Türkiye’nin AB’ye üyeliği müzakerelerinde tüm taraflar başından beri zorlu bir sürecin içindeydiler. Diğer tarafta bugün 479 parlamenter üyelik müzakelerinin geçici olarak durdurulmasını talep ederken unutmayalım ki Aralık 2004’te 407 üye de Avrupa Parlamentosunda üzerinde Türkiye ve AB bayrağının olduğu ‘Evet’ pankartını kaldırıyordu. “Türkiye’nin üyeliğini zaten hiç istemiyorlardı.” diyerek tepkisel bir tutum da takınabiliriz, “Geçmişte neden kabul ettiler de bugün bu manzarayla karşı karşıyayız?” diye de sorgulayabiliriz. Her iki yaklaşım için de fazlasıyla gerekçe öne sürülebilir.   

AVRUPA KİMLİK KIRILMASI YAŞIYOR

Üyelik müzakerelerinin dondurulması 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında ortaya çıkan durumla ve OHAL uygulamasının getirdiği şartlarla çok ilgili. Ancak tuhaf olan şu ki bu şartlar Türkiye birden fazla terör örgütünün saldırısı altında olduğu, 15 Temmuz’da da 248 insanın canını alacak kadar gözü dönmüş bir terör-darbe saldırısı sonrasında oluştu. Avrupalı Parlamenterler bu illiyet bağını göremiyor mu, görmek mi istemiyor?

Avrupa’da bir kesimin AB ile Türkiye arasındaki ilişkileri “Türkiye’yi bir antitez olarak görerek kendi kimliğini kurgulama/keşfetme” şeklinde konumlandırdığı açık. Sağcı populistleri ümitsiz vaka olarak geçelim, ancak Hristiyan Demokratlar ve muhafazakarları sadece bu bağlamda değerlendirmemiz sağlıklı bir analizi engeller. Türkiye’nin artan nüfusu ve üyelik durumunda AB kurumlarında elde edeceği çoğunluk, tüm farklılıklarına rağmen nispeten homojen varsayılan bir değerler topluluğu karşısında “öteki” olarak betimlenen bu yeni üyenin uyum sorunu, Avrupa’da gün geçtikce keskinleşen kimlik kırılması, sınırları Suriye’ye uzanan bir AB’nin merkez ülkelere de getirdiği güvenlik riski… Tüm bu faktörlerin ötesinde Türkiye bu süreçte aslında 15 Temmuz darbe girişiminden çok daha öncesinde sol, çevreci ve liberal kesimleri AB müzakereleri kapsamında kaybetti. Sol ve çevreci Yeşiller üzerinde Alevi topluluk içerisinde kendini Türkiye karşıtlığı üzerinden konumlandıran eski sosyalist çevrelerin örgütlenmelerinin son 30 yıllık etkisi ve PKK ile açık ittifak içerisinde olan sosyalist gruplar, yine şiddete mesafe koymayan unsurların Yeşiller ve kısmen Sosyaldemokratlar üzerindeki 30 yıllık siyasi çalışmalarının neticeleriyle karşı karşıyayız aslında.

AB’NİN ÇELİŞKİLERİ

Bu kadar hazırlıksız olmamız da bir sorun değil mi?

Bu çevrelerin çok ciddi manada işlediği Avrupa’da medya uzun zamandır tamamıyla tek taraflı, Türkiye’nin her gün yaşadığı terörü göz ardı eden, hatta acımasız şiddet eylemlerini bazen anlayışla bile karşılayan bir propagandayla Türkiye lehinde yaklaşım ihtimalleri bile imkansız kılınıyor. Dolayısıyla uzun süredir harlanmakta olan sürecin artık kaynama noktasına ulaştığını söyleyebiliriz. Avrupa kamuoyunun darbe girişimine tepki konusunda sınıfta kalması, Avrupa’nın Türkiye söz konusu olduğunda kendi iddialarıyla tamamen çelişen bir pozisyonu benimseyerek kendi içerisinde tutarsızlığa düşmesi, Türkiye mevzu bahis olduğunda kendi ilkelerinden şaşırtıcı bir şekilde ödün vermesi Türkiye’nin de bu Türkiye karşıtlığına hissi bir okumayla ve anlaşılır bir tepkisellikle cevap vermesine yol açıyor. Bütün bu gerilimli süreç AP’nin malum kararına taşınmış oldu.

MESELE OHAL DEĞİL

AP aldığı kararda üyelik müzakerelerinin yeniden başlayabilmesi için OHAL’in kaldırılmasını şart koşuyor. Bir kez Paris’te bomba patladığı için bir buçuk yıldır OHAL’de olan Fransa için geçerli olmayan bu isabetsiz hassasiyet neden Türkiye için var?

Bu soruyu Batı’dan birisine sorsanız, “Fransa OHAL çerçevesinde Türkiye’nin attığı adımları atmadı, bu kadar sert tedbirler almadı.” cevabını alırsınız. Ancak Türkiye ile Fransa zaten mukayese bile edilemez. Fransa’da yaşananlar Türkiye’de bir buçuk yıldan beri ne yazık ki her hafta yaşanıyor. Türkiye’de yaşananlar herhangi bir Avrupa ülkesinde meydana gelseydi Avrupa’nın tepkisini tahmin bile edemiyorum, o denli şiddetli bir tepki geliştirilirdi! İçine kapanan, güvenlik kaygısının ön plana çıkması sebebiyle özgürlüklerden hiç bir şekilde bahsetmeyen ve ABD’nin de tutumunu gölgede bırakan totaliter tepkiler görürdük. 11 Eylül süreci sonrası Avrupa’da Müslümanların toplu bir şekilde kriminalize edilmeye çalışılmasıyla bizzat mücadele edip bedel ödeyen birisi olarak bunların yaşanabileceğinden hiç şüphem yok. Dolayısıyla mesele OHAL değil. Bunu çok açık bir şekilde söylememiz gerek.

Öbür yandan muhatabımızda gördüğümüz bu çifte standartlar kendimize dönüp kendi iç hesaplaşmamızı yapmaktan bizi alıkoymamalı.

AB HATASINA ‘İÇERİ’DEN DESTEK

İç hesaplaşmayı hangi alanlarda yapmalıyız?

Türkiye kendi içindeki dinamiklerin anlaşılır kılınması konusunda yetersiz kalıyor, medyanın bu anlamda üstlenebileceği önemli rolün çoğu zaman es geçildiğini gözlemleyebiliyoruz. Batı’dan yerel gazetelerin bile Türkiye’de muhabirleri varken Türk medyası Batı’da köprü olabilecek etkide bir var oluş göstermiyor, etkili, nesnel, tarafsız bir medya alanının oluşabilmesi adına gerekli adımlar atılmıyor şeklinde bir eleştiriyi dile getirebiliriz. Bu durum Türkiye’ye karşı tek taraflı, yanlı ve çoğu zaman yanlış haber diline karşı bir alternatif oluşturulamaması sonucunu doğuruyor.

Bir diğer eleştirel husus ise muhalefetin devletin karşı karşıya kaldığı bu yıkıcı saldırı karşısında millî birlik ve dayanışmayı sürdürememesi. Güvenlik nedeniyle atılan gerekli adımların bizzat Türkiye’deki muhalefet tarafından izafileştirilmesi de AB-Türkiye ilişkilerinde dile getirilen hatalı argümanlara bir yenisini, üstelik “içeriden” eklemiş oluyor.

AB ‘NE ŞİŞ YANSIN NE KEBAP’ DERDİNDE

AP’nin tavsiye kararı AB komisyonunu etkiler mi? Ne yönde gelişir anlayış?

AP Başkanı Martin Schulz gibi, raportör Kati Piri gibi isimler bireysel hayal kırıklıklarından da ötürü bir devletle bir birlik arasındaki ilişkiyi kişiselleştirerek şahsi kanaatlerini AP’nin menfaatinin de önüne çıkarmaya çalıştılar.

Terörü destekleyenleri muhalif olarak tanımlamaları ve hatta bu aktörleri kabul ederek onları onore etmeleri bunun örneklerinden. Dolayısıyla AP ya da AB’nin diğer kurumlarında Türkiye’yi bilmeyen, süreci doğru okumayan, tek taraflı bilgilerle beslenen, Türkiye’nin tepkisi üzerine daha da azılı hâle gelen, aynı zamanda hem sağ hem de solda bilinçli veya bilinçsiz bir biçimde oryantalist bakış açısıyla Türkiye’ye tepeden bakan, Türkiye’deki terörü destekleyen ya da teröre müsamaha gösteren çevrelerle ilişkili olan aktörler var.

Netice itibarıyla AP’nin kararı sembolik bir anlam taşıyor, maksat Türkiye’ye güçlü bir ikaz iletmek. Ama darbe öncesi adeta her gün, “Sizi zaten AB’ye almayacağız, ama siz yine de kurallarımıza harfiyen uyun.” gibi garip pozisyonlara sahip olanların ikazları ne kadar ciddiye alınabilir? Bu karar komisyonu şimdilik etkilemez. Komisyon özellikle 2017 seçim yılını mümkün mertebe “ne şiş yansın ne kebap” diyerek atlatmaya çalışır.

OBSESİF BİR HAL

Güncelin ötesinde şunu görüyoruz aslında. Avrupa ile Türkiye arasında bir gittikçe gerilen bir ilişki var. Bunun ne kadarı siyaset ne kadarı iletişim kazası ya da iletişimsizlik?

Gerilimin temelinde bence siyasetin de belirlendiği bir iletişim sorunu yatıyor. Türkiye’de yaşananlar farklı araç ve yorumlarla Avrupa’ya iletiliyor ve Avrupa ülkelerinde bu iletilenler üzerinden Türkiye siyaseti şekilleniyor. Cumhurbaşkanımıza yönelik obsesif hal alan olumsuz algıların kurgulandığı, başta 15 Temmuz darbe girişimi ve sonrasında yaşananlar olmak üzere Türkiye’deki gelişmelerin yaşananlarla örtüşmeyen bir şekilde aktarıldığı ve böylelikle adeta bir algı hegemonyasının oluştuğu bir kamuoyunda siyasetçilerin farklı bir tavır alması beklenemez.

KENDİMİZİ DOĞRU ANLATMAK İÇİN…

Türkiye derdini, yaşadığı gerçeği ne kadar anlatabiliyor peki Avrupa’ya? Anlatmada mı bir sorun var, anlamada mı?

Bazen “Ne yaparsak yapalım bizi anlamak istedikleri gibi anlıyorlar.” türünden yorumlarla karşılaşıyorum. Ben bu konuda öncelikle üzerimize düşen hususları ele almamız gerektiği kanaatindeyim. Biraz önce bahsettiğim gibi Türkiye’nin dinamiklerini, buradaki gerçekliği, burada sürmekte olanı maalesef yeterince anlatamıyoruz.

Avrupa’da 15 Temmuz darbe girişiminde bile darbecileri “mazlum”, darbeyi püskürten sivil vatandaşlarımızı ise neredeyse “zalim” gösteren medya kuruluşları gördük. Niçin böyle olduğu hususu üzerinde durmamız gerek. Art niyet, önyargı veya kasıt, ismine ne dersek diyelim taraflı yayıncılığı besleyen unsurlar ciddi ve güçlü olarak varlar. Ancak darbe girişimini, devlet içinde çeteleşmiş bir grubun kendisiyle ilgili devam eden süreçte yolun sonunu görünce altın vuruş yapması olarak değerlendirdiğimizde şunu sormamız gerekiyor: Biz Batı Avrupa toplumlarıyla Türkiye’deki gelişmelerin doğru ve hakkaniyetli bir şekilde anlaşılması ve Avrupa kamuoyunda zaten var olan, oryantalist-ırkçı bir Türkiye karşıtlığının bertaraf edilmesi için ne kadar istikrarlı bir iletişim zemini kurduk? Bu iletişim zemininde Avrupa ülkelerine doğru bilgilerin yansıması için neler yaptık? Her şeyden önce biz Avrupa’nın üç önemli dilinde yani Fransızca, Almanca ve İngilizce kamuoyunda kendimizi ne kadar anlatabiliyoruz? Oralarda görevli kaç gazetecimiz var? Almanca veya Fransızca basın kuruluşumuz var mı? Alman, Fransız veya İngiliz gazetecilerle ilişkilerimiz ne düzeyde? Kaç siyasi vakfımız ve düşünce kuruluşları o ülkelerde etkin? Avrupa ülkelerindeki siyasetçi ve bürokratlarla ilişkimiz nasıl? Bu tür soruları uzatmamız mümkün ve bu sorulara alacağımız cevaplar maalesef olumsuz.

Bizi edilgen kılan hal bu hal midir?

Kendimizi anlatamadığımız zaman bizi ifade etmeyen anlamlandırmalara fırsat veriyoruz. Bizim besleyemediğimiz iletişimin kılcal damarları başka kanallardan besleniyor. Biz önce kendimizi yeterli düzeyde, doğru araç ve söylemlerle anlatalım, şayet buna rağmen yanlış anlaşılıyorsak ondan sonra anlama sorununa geçebiliriz diye düşünüyorum kendi adıma.  Bunun yanında elbette Avrupa’nın kimlik inşası ve kültüründen kaynaklı ön yargı bizim için devamlı bir mücadele alanı olacaktır. Bu Avrupa’nın içine kapanmaması için de bir zorunluluk. Aksi takdirde Avrupa son 40 yılın ekonomik birlik ötesinde tüm kazanımlarını yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalır.  

AB’Yİ MEVCUT AB’DEN AYRI DÜŞÜNMEK

Yaşananlarla baş edebilmek için olaylara serinkanlı bir şekilde bakmak, doğru analiz ve doğru müdahale gerek. Türkiye-AB ilişkileri açısından analiziniz ve öneriniz ne? 

Bir yapı olarak AB ile AB’nin temsil ettiği siyasi ve hukuki normları ayrı tutmamız gerektiği kananatindeyim. Geçmiş 40 yıl, Türkiye ile AB arasındaki ilişkinin zaten uygulamada olan “imtiyazlı ortaklığın” ötesine geçemeyeceğini gösterdi. Her ne kadar da Avrupa Parlamentosunun verdiği karar bu anlamda uygulamadaki durumu etkileyici nitelikte olmasa da özellikle bazı Avrupa ülkelerindeki seçimler var olan kazanımları kaybetmeye sebep olabilir. Sağ popülist ve Avrupa karşıtı partilerin iktidara gelmeleri durumunda Türkiye meselesinden önce bir “Avrupa Birliği” sorunu ortaya çıkacak. Bu durumda Brexit belki de ilk olmayacak. Öte yandan içinde bulunduğumuz olağanüstü halin ardından demokratik hukuk devletinin güçlendirilmesi, sivilleşmenin ve özgürlük alanlarının genişletilmesi Avrupa Birliği sürecinden bağımsız bir şekilde mesafe kat etmemiz gereken alanlar. Bizim Avrupa Birliği olsa da olmasa da kendi değerlerimiz, kendi iddialarımız, ulaşma arzusuyla gece gündüz çalıştığımız kendi standartlarımız var.

ÇOK DİLLİ BİR ANLATIM GELİŞTİRMELİYİZ

Kendimizi doğru anlatma bahsine devamla sormak istiyorum: Anlatım eksikliğimiz siyasi erkin eksikliği mi, akademi, medya ve sivil toplumumuzun eksikliği mi, diplomatlarımızın esikliği mi?  

Günümüzde sadece tek bir araç ve alan üzerinden anlatım olmuyor. Sonuçta her ülke siyaseti, akademisi, medyası, sivil toplumu ve diplomasisi ile bir bütün. Her alanın kendi muadilleriyle iletişim halinde olması önemli. Şayet bir eksiklikten bahsediyorsak bu her alanı ilgilendiren bir eksikliktir. Olayları kendi teknik diliyle anlatan medya iletişimine ne kadar ihtiyaç varsa geniş ve analitik bir yöntemle irdeleyen akademiye de ihtiyaç var. FETÖ’yü sadece basından anlatmak yeterli değil. Özellikle FETÖ’yü anlatmak için analitik, dünle bugünü, farklı yapıları birbiriyle irtibatlandıran analizlere ihtiyacımız var. Aynı şekilde HDP-PKK ilişkisini irdeleyen Almanca, İngilizce, Fransızca yayınlara ihtiyacımız var.

PKK’nın 80’lerden beri Avrupa’da güçlü olduğunu, ciddi bir ağ oluşturduğunu, lobi kabiliyeti kazandığını ve devletleri, medyayı etkileyebildiğini biliyoruz. Keza FETÖ’nün hareket tarzı da dipten sinsice ilerlemek. Avrupa’daki bazı aktörlerin terör örgütlerini kendilerine yönelik bir tehdit olarak görmedikleri için onlara açık desteğini ya da müsamahalı bakışını da görüyoruz.

DİASPORAYA DİKKAT

Türkiye kendi diasporasına bigâne kalmamalı diyorsunuz sanırım?

Yıllar içerisinde oluşmuş PKK destekçisi diasporanın bugünlere gelişinde devletin zamanında yaptığı hataları göz ardı edemeyiz. Avrupa devletlerine, bu grupların terör destekçisi olduğunu izah konusundan önce bu husus üzerinde durmakta yarar var. Siyasi konularımın başında gelen diaspora meselesinin ülkemiz için aynı zamanda bir güvenlik meselesi olduğunu düşünüyorum. Dün yapılan hatalar nasıl ki bugün bize zarar veriyorsa, bugün geçmişteki hataların olası devamı yarın karşımıza çıkmamalı. Kuşatıcı diaspora politikası geliştirerek her kesimin anavatanla olan bağının güçlendirilmesine yönelik adımları atmak durumundayız.

Biz terörün en acımasız yüzünü Türkiye’de an be an yaşıyor ve bununla toplum olarak mücadele ediyoruz. Batı’da bu şiddeti gerçekleştiren grupların hedefi olmadıkları için onları sanki masum oluşumlarmış gibi görenlere meselenin asıl yüzünü anlatmamız, bunu ilgili ülkelerin dilinde ve siyasi kültürüne uygun, o ülkelerin gerçekliğini dikkate alarak yapmamız gerek.

MEVCUT AB, İDEALİN NERESİNDE?

Avrupa’da aşırı sağ yükseliyor, yabancı düşmanlığı ve İslamofobi yükseliyor. İngiltere de ayrıldı Birlik’ten. Mevcut yapı AB idealinin neresinde?

Avrupa iki dünya savaşının tüm yıkımı ve trajedisi üzerine bina edilmiş büyük bir başarı hikayesi aslında. Birbirlerine nefret dolu ulusları barıştırmış, düşman olan ve birbirine sıfır güveni olan devletleri birbirine bağlı kılmayı başarmış, zamanla ‘Hristiyan kulübü’ yakıştırmasını da aşmış çeşitlilik içerisinde birlik vizyonu iddiası taşıyan bir değerler topluluğu. Fakat bugün anlaşılıyor ki Avrupa topluluklarının büyük bir ekseriyeti son onyıllarda kayda geçilen teorik özgürlükçü değerleri idrak edememiş ve bugün son 50 yılın en büyük siyasi krizine doğru kayan bir zemin oluşmuş. Bu süreçte sağcı popülizm devamlı küçümsendi, ancak zamanla kendini yeniledi ve Nazi üniformasını atarak daha “sofistike” bir hâl aldı. Bu sürecin paralelinde sistemi taşıyan partilerden gün geçtikçe ümidini kesen ve sandıktan uzaklaşan kitlelerin tepkisini taşımayı öğrendi. Bugün toplumları içten içe kemiren ve siyasi kültürü başarıyla zehirleyen bir akıma dönüştü. Oysa hiçbir önerisi de yok, sadece tepkileri emip sloganlaştırdı: Her şeye karşı, ama rasyonel önerisi yok. Doğu Avrupa’da başta Macaristan ve Polonya bu otoriter ulusçuluğa hapsoldu zaten. Ancak Brexit ve Trump sonrası daha güçlü bir dalga 2017 yılının çok gergin geçeceğini gösteriyor.  Haftaya Avusturya’da Cumhurbaşkanlığı seçimi var. Irkçı söylemleri siyasi programa dönüştürmüş bir aday seçimleri kazanıp parlamentoyu feshedebilir. Avusturya’da Yeşillerin adayı bile toplumdaki Türkiye fobisi üzerinde yükselme çabasında. Akabinde Mart ayında Fransa’da seçimler var. Irkçı aday Le Pen bütün anketlerde önde. Karşıtları tüm ümitlerini ikinci turdaki olası toplumsal bloğa bağlamış. Komşusu Hollanda’da da Mart ayında genel seçimler var. İslam’ı ve Kuran’ı yasaklamayı ve camileri kapatmayı seçim programına almış Wilders bugün anketlerde birinci parti. Almanya’da da 3 önemli eyalet seçimi sonrası Eylül ayında genel seçimler var. Birkaç yıl evvel hiç kimsenin başarısı üzerine iddiaya girmeyeceği ırkçı bir parti doğu Almanya’da yüzde 25, batı Almanya’da da yüzde 15 bandında. Oysa Almanya bugün ekonomik gücünün zirvesinde, işsizlik oranı rekor düşüklükte. Yani irrasyonel bir durumla karşı karşıyayız. Eskiden kaybedenlerin sistemden uzaklaşabileceği endişesi ifade edilirdi, artık orta sınıfa dahil olanların kaybetme korkusu sistem karşıtı siyasi uçlara kaymak için yeterli gerekçe olabiliyor. Düşünün ki işsizlik oranının yüzde 3,5 olduğu, yani reel işsizliğin adeta sıfırlandığı dünyanın en zengin bölgelerinden birisi Baden Württemberg eyaletinde ırkçı parti yüzde 15’te. Bu partinin adeta tek gündemi mülteciler, göçmenler , Türkler ve Müslümanlar. Türkiye bu süreçte bir yansıma alanı olarak gösteriliyor. Bütün bu düşmanlığın, “yabancı” ya da “Müslüman” kimliklerine karşı oluşturulan kimliğe Türkiye üzerinden, Türkiye’ye karşıtlık üzerinden bir değer biçiliyor.

İLİŞKİLER KOPARSA?

Türklerin Orta Asya’dan bu yana yönü hep batı olmuştur. 50 yıllık AB üyelik müzakere süreci de bu minvalde aynı istikamatteydi. Ama ilk kez ilişkiler bu kadar gergin. Türkiye’de kamuoyu sıkıldı AB’nin nazından, batılıların ikiyüzlülüğünden. İlişkiler koparsa ne olur?

Avrupa’da yaşayan insanlarımız ya da ticari ilişkilerimiz göz önünde bulundurulduğunda ilişkilerimizin kopacağına pek ihtimal vermiyorum. Çok sert yaklaşımlarda bulunurken ticaretimizin yüzde 45i AB veya yüzde 57’nin kıta Avrupa ile ilgili olduğunu hesaplarımıza katmalıyız. Diğer tarafta AB deki karar vericiler de gümrük birliğinin birçok yükünü üstlendiğimizi ve sorunlarına tabi olduğumuzu ama AB’nin ekonomi politikalarının oluşumuna da dahil olmadığımızı gözardı etmemeli. Egemen bir ülke olarak hiçbir zaman üyesi olamayacağımız AB yetkilileri tarafından bas bas bağrıldığı bir birliğin hukuki normlarına ve denetimine çok uzun zaman daha tabi olmamız aynı zamanda demokratik bir sorun olarak ta karşımıza çıkmaktadır. Bu süreç ancak geri dönüşü olmayan tartışmasız net bir perspektifle sürdürülebilir. Bunun dışında siyasi ve diplomatik ilişkiler farklılaşabilir ki bu her zaman olmuştur. Bunu söylerken Avrupa ülkelerinde yükselişte olan aşırı sağ ve Avrupa karşıtı akımların Avrupa Birliği’ni nasıl şekillendireceğini de göz önünde bulundurmak gerek. Fransa, Avusturya ve Hollanda seçimlerinden aşırı sağın galip çıkmasıyla varlığı tehdit altında olacak bir Avrupa Birliği’nden bahsedeceğiz. Böyle bir Avrupa Birliği içerisinde Türkiye’nin konumu nasıl olur, onu zamanla göreceğiz.

YA ŞANGAY YA AB DEĞİL HEM ŞANGAY HEM AB

Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçen hafta Özbekistan dönüşünde AB ile iplerin gerilmesiyle birlikte AB üyeliğinin mecburi olmadığını "Varsa yoksa AB dememeli" sözleriyle ifade etti ve Türkiye’nin Şanghay İşbirliği Örgütü’ne girme isteğini dile getirdi. Bu durum, Türkiye’nin yönünü doğuya çevirmesi Avrupa için ne ifade eder?

Soruya cevap vermek için Türkiye’nin Avrupa için ne ifade ettiğine bakmak lazım: Türkiye zaten 5 milyon nüfusuyla Avrupa’da, bu genelde göz ardı ediliyor. Türkiye’nin bu kitle üzerinde ciddi sorumlulukları var. Ayrıca Türkiye’nin genç nüfusu, ticari ortaklığı, orta doğu’daki çatışmalara karşı güvenlik hattı, askeri kaynağı, Avrupa açısından jeostratejik hattın genişlemesi, enerji akımının güzergahında varlık ve Avrupa projesinin çok kültürlülüğü konusunda inandırıcılık... Bugün Türkiye Suriye ve Irak’ta teröre karşı savaşırken sadece Türkiye’nin güvenliğini korumuyor, aynı zamanda Avrupa’nın da güvenliğini koruyor. Sığınmacı akımı karşısında Avrupa’yı adeta varoluşsal bir krizden kurtaran Türkiye’nin değerinin soğukkanlı bir analize bile tabi tutulamayışı Avrupa’nın içinde bulunduğu krizi gösteriyor zaten. Bu çerçevede Bulgaristan ve Moldavya’daki son seçim neticelerinin jeostratejik neticeleri Ukrayna süreci sonrası Avrupa’yı endişelendirmeli. Ama 28 üyeyi taşıma konusunda irade yetersizliği, oluşan boşluklar ve eksilen özgüven daha büyük krizleri de beraberinde getirebilir.  Diğer tarafta Türkiye’nin çok boyutlu dış politikasını sürdürmesi gerekir elbette. Bunun için Şanghay İşbirliği Örgütü ile de Afrika ile de Latin Amerika ile vs ilişkileri farklı düzlemlerde geliştirerek Türkiye‘nin çok taraflı ve çok boyutlu dış politikasını kurumsallaştırmamız gerekiyor. Bu yüzden Sayın Cumhurbaşkanımızın açıklaması önemli.

JEOSTRATEJİNİN GEREĞİ

Türkiye’nin yüzünü doğuya çevirmesi Avrupa üzerinde siyasi baskı oluşturur mu?

Türkiye’nin coğrafi konumu ve demografik yapısı itibarıyla yüzünü tek bir tarafa çevirme lüksü olmadığı gibi her tarafa bakma sorumluluğu var. Bugün Türkiye Balkanlardan nasıl yüzünü çeviremezse Orta Doğu’dan da, Orta Asya’dan da, Afrika’dan da ve izi olan hiçbir yerden de yüzünü çeviremez. Avrupa’nın kendi kaderini Türkiye karşıtlığı üzerinde konumlandırarak varlığını koruması çok zor. Güçlü bir Avrupa Türkiye’nin istikrarı için de elzem. Dolayısıyla haklı tepkimizi hissi tepkilerle silikleştirmememiz gerek. Ayrıca Türkiye konusunun Avrupa’da iç politika malzemesi olmaktan çıkarmak için biz de çaba göstermeliyiz.