Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün: Ayet o gün de ‘dövün’ demiyordu, bugün de…
ABONE OL

Cumhurbaşkanı Erdoğan 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde gündemdeki ilahiyat tartışmalarına sert tepki göstererek “İslam'ın güncellenmesinin gerektiğinden” bahsetti. Katılıyor musunuz? İslam’ın güncellenmesinden kasıt nedir?

Dinin yahut İslam’ın güncellenmesi, dini düşüncenin güncellenmesi anlamında kullanılmaktadır ve İslam düşüncesinde içtihat olarak bilinmektedir. İçtihat, özgürce düşünce üretmeyi ve bu düşünceyi hiçbir engellemeye uğramadan paylaşmayı içerir. Bu özgür düşünce ortamı farklı düşünce sahipleri arasında bir diyalog-sentez sürecini tetikler ve nihayetinde bir tez/görüş ortaya çıkar. Bu görüşe/teze siz kolektif karar yahut icmâ da diyebilirsiniz.

KÖK DEĞERLER; FABRİKA AYARLARI

Kuran’ı Kerim’in yönlendirdiği bir şey midir bu?

Kur’an, yeni bir düşünce üretme çabasında yani içtihatta yönlendirici ilkelerden (hedy-hidayet) bahseder. Bunlar kök değerlerdir. Kur’an’ın Peygamberimizi tanımladığı şekliyle ümmîliktir/kök değerlere bağlılıktır. Başka bir ifadeyle bu kök değerler insanın fabrika ayarlarıdır. Bu köklere bağlı olarak gerçekleştirilecek her yenilenme, içinde her zaman ümit tohumları barındırır.

İçtihat tek kişinin özgür düşüncesi neticesinde ortaya çıkar. Ama değiştirici ve dönüştürücü olabilmesi, kolektif bir karakter kazanmasına bağlıdır. Farklı içtihatların tartışılması neticesinde ortaya çıkan kolektif bilincin sadece değiştirici ve dönüştürücü etkisi olabilir. Bu da üretilen düşüncenin sosyal/kamu politikalarında bir karşılığının olmasıyla doğrudan ilişkilidir. Başka bir ifadeyle bir şeyin doğru olması yetmez. İlk olarak o doğruya destek verecek insanların varlığı sağlanmalı, ikinci olarak da o doğrunun hayata dokunmasını sağlayacak sosyal politikalar geliştirilmelidir. Matüridî, öldürülen peygamberlerin bu akıbetini, onlara davalarında kimsenin destek olmamasına bağlamaktadır. Buradan çıkan sonuç şudur: Bir hakikat kendini koruyacak mekanizmaları yaratamazsa, hakikat olması onu kurtarmaya yetmez.

SUSAYAN İNSANIN SUYA İHTİYACI GİBİ

Peki, hangi durumlarda devreye girer bu mekanizma? Ya da şöyle sorayım; nasıl anlaşılır içinde bulunulan durumun, fabrika ayarlarına sadakati mi gerektirdiği yoksa o öz üzerinde bir güncellemeye ihtiyaç mı gerektirdiği?

İçtihadın, dini düşüncede yenilenmenin gerekli olup olmadığına, öncelikle hangi değerlerin hayatımızda soluklaştığına bakarak karar vermemiz lazım. Yenilenme talebinin karşılık bulması, eksikliğini hissettiğimiz alanlarda karşılık bulabilir ancak. İnsan, ihtiyaç duymadığımız, yokluğunu derinden hissetmediğimiz hiçbir eksikliği tamamlama çabası içinde olmaz. Susamayan bir insanın suya ihtiyaç duymaması gibi.

Adaletin, merhametin, sevginin, başkasıyla hemhâl olmanın/empati kurmanın, özgür düşüncenin dindarların yaşamında son derece soluklaştığı maalesef bugün genel bir kanaat. Dikkat ederseniz, eksikliğini hissettiklerimizin bir kısmı dinî özellikli bir kısmı değil. Bilimde, sanatta, estetikte hülasa toplumsal yaşamın temel dokusu durumundaki kültürde bir düzelme olmazsa, varlığını bu dokuya yaslanarak sağlayan dini düşüncede de bir düzelme beklememeliyiz. Bütün bu alanlarda kolektif bir değişim ve dönüşüme ihtiyaç duyduğumuzu açıktır. Şunu hatırlamalıyız: Batı’da Rönesans yani bilim, kültür ve sanatta köklere (Yunan ve Roma) dayalı bir değişim, ardından dini düşüncede bir değişim ve dönüşümü (reformasyonu) zorunlu hâle getirdi. Değişimin kanunu budur. Türkiye’de dindarlar, dinle ilgili tartışmalardaki seviyenin dini ve dindarları tarihin rotasının dışına attığının farkına varır da bunu durduracak bir talepte bulunurlarsa, yenilik arayışlarının/içtihadın bir karşılığı olabilir.

İLK KURBANLAR, DİNİN EN TEMEL İLKELERİ

Güncellemenin olmamasının sonuçları nelerdir?

Kur’an’ın ‘bölünüp parçalara ayrılmayın’ (velâ teteferrekû) aksi halde bütün enerjiniz biter” (3/Al-i İmran, 103) talebini ıskalayan sekteryan/bölüp parçalayan/ötekileştirip mahkûm eden bir tutum Türkiye’deki grupların tipik sosyolojik özelliği hâline geldi bugün. Kur’an’ın yönlendirici ilkeleri (merhamet, temel haklarda eşitlik, toplumsal rollerde hakkaniyet, yargıda ve yönetimde adalet, insan onuru, vs.) ve bu ilkelerin sağladığı toplumsal yapı (can güvenliği, mülkiyet hakkı, düşünce özgürlüğü, din özgürlüğü, vb.) bu sekteryan tutuma verdiğimiz ilk kurbanlar durumunda. Dini korumak adına hareket eden insanların ilk kurbanları, dinin en temel yaşam ilkeleri maalesef.

Toplumsal tarihin en temel kuralı şudur: “Umutsuz kitleler başlı başına bir tehlikedir.” O zaman dinle ilgili tartışmalarımızda ana sorumuz şudur: Yaşadığımız çağda dinin insan yaşamına olumlu katkıda bulunabileceğine insanlar ne kadar umut bağlamaktadır?

İnsanı hayvandan ayıran özellikler insanı insan yapar; insanı insandan ayıran özellikler ise onu üstün insan (insan-ı kâmil) yapar. Dinin yaşamımıza dokunmasındaki temel strateji budur. Dolayısıyla yaşamımız olduğundan daha iyiye evrilemiyorsa, anahtar terimimiz ‘umut’ kayıp demektir. Bu durumda ne olur sorusu, bugün Türkiye’de veya İslam dünyasında neler olduğuna bakılınca anlaşılır. Ama her zaman bir çıkış yolu bulunduğuna ilişkin umudu da yine Kur’an önümüze koyuyor: “Unutma ki her kolaylık, zorluğun içine gömülüdür” (94/İnşirah, 5) ve ‘Yarınınız bugününüzden daha hayırlı olacaktır.” (93/Duha, 4).

ALLAH’IN DOSDOĞRU BİR YOLU VARDIR

Kuran tüm zamanlar ve tüm insanlar için indirilmiş en mukaddes kitap. Hal böyle iken Kuran’ın hükümlerinin her çağda ve her yerde yörede doğru anlaşılması ve uygulanması nasıl mümkün olacak? Mümkün olması neye bağlı? Kur’an hükümlerinin altında yatan temel hikmet nedir?

Hukuki düzenlemelerdeki yönlendiricilik (hedy) ıslah etmeye yöneliktir. Bütün hukuki düzenlemelerin ardında adil olun, hakkaniyetli davranın, sorumluluk bilincine sahip olun, dar görüşlülük ve bencillikten sakının, fedakârlıkta bulunun gibi ebedi ahlaki değerlerin vurgulanması bundandır. Bu ilkeler ışığında getirilen düzenlemelerle Kur’an’ın toplumun; yoksul, yetim, kadın, ağır borçlular gibi katmanlarının güçlendirilmesini ve gelişimini hedeflediği görülür.

İslam bilginleri, Allah’ın aleme ve insana yönelik tasarruflarının bir gerekçeye dayanıp dayanmadığını dinin amaçları (makâsıd) başlığı altında tartışmışlardır. Hanefiliğin önemli ismi Cessas’ın (ö.370/981) şu ifadeleri konuyu daha anlaşılır kılmaktadır:

“Biz biliyoruz ki Allah anlamsız (abes) bir iş yapmaz. O’nun bütün fiilleri yüksek bir gayeyi gerçekleştirmeye yöneliktir.”

Mu’tezile ve Matüridiler, dinin, varlık ve fiillerdeki iyilik-kötülük ve güzellik-çirkinlik niteliklerine uygun olarak hüküm bildirdiği kanaatindedir. Onlara göre din, akl-ı selîmin iyi dediklerini bir hükme bağlamak suretiyle, insanın doğal/fıtrî ihtiyaçlarının karşılanmasını garanti altına almaktadır. Son dönem Osmanlı aydınlarından Seyyid Bey (ö. 1925) konuyla ilgili olarak şunları dile getirmektedir:

“Mutezile ve Matüridilere göre Allah’ın hükümleri, insanların yararını gerçekleştirecek şekilde konulur. Din ve şeriatın asıl amacı, bir erdem medeniyeti yaratmak ve böylece insanların hem dünyada hem de ahiretteki mutluluklarını sağlamaktır.”

İlahî iradenin insanlar için belirlediği sınırları nasıl anlayıp yorumlamak gerektiğiyle ilgili bir örnekliği hatırlamakta yarar var. Hz. Peygamber, sırat-ı müstakîm terimini insanlara açıklarken, meseleyi helaller ve haramlara getirip şöyle bir benzetme yapar:

“Allah’ın dosdoğru bir yolu vardır. Bu yolun iki tarafında iki duvar vardır. Duvarlarda bir takım açık kapılar, kapıların üzerinde ise çekili perdeler bulunmaktadır. Yolun başında bir davetçi “Ey insanlar! Hepiniz gelin bu doğru yola girin, dağılmayın” diye seslenmektedir. Bir de yolun öte ucunda bir davetçi bulunmaktadır. İnsanlardan biri o perdeleri açmaya kalkınca kendisine ‘sakın açma o perdeyi, yoksa düşersin’ denmektedir. Buradaki doğru yol İslam’dır. İki duvar, Allah’ın sınırlarıdır. Açık kapılar, haramlardır. Perdeler, haramlara gidişi önleyen buyruklardır. Yolun başındaki davetçi Allah’ın Kitabıdır. Yolun öte ucundaki davetçi ise, her Müslümanın kalbindeki ilahî vaizdir/vicdandır.”

İÇTİHAD SADECE DİNİ ALANDA OLMAZ 

İçtihat kapısının açık-kapalı olması tartışması da var malum, sizin değerlendirmeniz nedir?

Siz içtihat kapısı kapandı deseniz de, dinin hayatın akış ritmine eşlik etmesi gerektiğini ve bu konuda her çağın insanının Kur’an’ın doğrudan muhatabı olduğunu kabul ediyorsanız, örtük bir şekilde içtihadın çalıştığını da kabul etmeniz lazım. Ahmet Cevdet Paşa başkanlığında toplanan komisyonun 10 yıllık emeğinin neticesinde ortaya çıkan mecelle, içtihadın ete kemiğe bürünmüş en iyi hallerinden biridir. 1917 aile kanunun kararnamesi de öyle. İçtihadın illa da din alanında olması gerekmez. Belki de en büyük hata içtihat konusundaki bu indirgemeci tutumdur. İçtihat/yenilenme talebi, hayatın bütün gereksinimlerine karşı derinden hissedilen bir olgu aslında.

YENİLENMEYEN TARİHİN DIŞINA İTİLİR

İçtihat kapısı kapanırsa ne olur?

Hayat devam ettikçe ve hayata uyum gösterme ihtiyacı ekmek su gibi bir ihtiyaç olarak hissedildikçe içtihat vardır. Buna o adı vermesek de o var… nefes almayan bedene ne olursa, kendini yenilemeyen topluma da o olur. Tarihin dışına itilir. Varlığı ve yokluğu birbirine eşit hâle gelir. Dünyada bugün ülkelerden büyük bir kısmını çıkarıp atsanız, insanlık farkına bile varmaz? Bu acı gerçek İslam ülkelerinin çoğu için geçerli bugün maalesef.

İÇTİHAD KAPISI KAPANDI MI?

İslam dünyasında yaşanan sorunlarla içtihat kapısının kapanması arasında nasıl bir bağ var?

İslam toplumlarındaki sorunları bileşik kaplar misali ele almak gerekir. Sorun sadece dinî değil. Sosyo-ekonomik şartlar, coğrafi konumlanım, kültürel kodlar toplumsal tarihin gidişatını esas belirleyenler. Din bir üst-yapı kurumdur. Biliriz ki bütün yapımlar alttan, yıkımlar üstten olur. Din üst-yapı kavramlarıyla insanları buluşturur. Bunlar adalet, erdem, ahlak, hak, hakkaniyet gibi soyut/metafizik kavramlardır. Bu kavramların mayalandığı kültürel doku, bu kavramları dışlarsa hiçbir sonuç alamayız. Yüzlerce yıldır, İslam’ın bu üst kavramlarının bazı coğrafyalarda medeniyet kurması, bazılarında etkin olamaması bütünüyle bu yapılarla ilişkilidir. Din her yerde aynı etkiyi göstermez. Ama tarihsel tecrübe şunu göstermiştir ki: Dinin üst-yapı kavramları, Arapların dışındaki coğrafyada daha etkili olmuş ve İslam’ın medeniyet başkentleri Hicaz bölgesinin dışında kurulmuştur: Şam, Semerkant, İstanbul, Endülüs gibi.

TÜRKİYE’NİN SOFT GÜCÜ; DOĞU-BATI’NIN FÜZYONU

İslam’ın Türkiye’de yaşanan pratiği üzerinden bakarsak Türkiyeİslam dünyasının neresindedir?

Türkiye’nin Selçuklu ve Osmanlı’dan devraldığı büyük bir siyasal, sosyal ve kültürel miras var. Üzerine inşa edilen 90 yıllık demokratik-cumhuriyetçi mirası da koyduğumuzda Türkiye’nin askeri ve ekonomik bir güç olmasından çok daha önemli bir soft/yumuşak güç olduğunu görürüz. Doğu ile Batı’nın sadece coğrafi olarak değil, zihinsel olarak da füzyona uğradığı coğrafyamız bütün İslam ülkeleri için ön açıcı ve ön alıcı bir güçtür tartışmasız. Diğer Müslüman ülkelere İslam’ın Semerkant başlamak üzere akla, sağduyuya, vicdana yani insanın fıtratına gömülü değerlere yaslanan yorumunu takip etme konusunda örneklik teşkil edebiliriz.

AŞMAMIZ GEREKEN EN BÜYÜK ÇELİŞKİ

İslam’ın buyurdukları, tesis ettikleriyle, murad ettikleriyle yaşananlar arasında nasıl bir ilişki var?

Bir bütün olarak Allah’ın insanlık için razı oldukları ile olanlar arasında bir zıtlığın olduğu açıktır. İnsan iradesinin her türlü ayartıcıya açık hâle getirildiği dünyamızda dinin bütün insanlar için arzu ettiği temel haklarda eşitlik, toplumsal rollerde hakkaniyet ilkesinin herkesin hayatına dokunmasına kim neden itiraz etsin? Türkiye’nin aşması gereken en büyük çelişki bu. Dinin insanlık için va’d ettiklerini ‘bunlar dinden kaynaklıdır’ ön yargısıyla reddeden kesimler var. Eşitliğin, adaletin, hakkaniyetin, liyakatin neresi dini? Dolayısıyla Türkiye’nin laik ve laik olmayan ayrımının, kolektif iş görme kabiliyetimizi körelttiğini kabul etmemiz gerekir.

AYET O GÜN DE DÖVÜN DEMİYORDU, BUGÜN DE DEMİYOR

Özellikle kadınlara muamele üzerinden çıkıyor tartışma Türkiye’de. Bazı Müslüman ülkelerde ise cihat ayetlerinin yorumlanışı nedeniyle bazı kriminal sonuçlar doğuyor. İnsanı yücelten bir din olan İslam’ın kitabından bu sonuçlar nasıl çıkarılıyor? Hükmün özünü bozan bir tefsir-yorum mu yapılıyor? Bu yanlış yorumda neyin etkisi var?

Kur’an yorumundan kaynaklı tartışmasız. Kur’an ayetlerindeki lafızları tahlil ederek bir dünya görüşü kurulmaz. Önce tasavvurlar dünyamızı inşa etmemiz lazım. Şunu demek istiyorum. Nasıl bir Allah? Nasıl bir insan? Nasıl bir yeryüzü? Yarattıklarına merhametli davranmayı kendine zorunlu bir ilke olarak belirleyen (6/En’am, 12); insanı onurlu bir varlık olarak tanımlayan (17/İsra, 70) Allah, karı-koca arasındaki bir tartışmayı, kadını erkeğe dövdürterek çözmek ister mi? Kesinlikle, 1400 küsur yıl önce inen bir ayeti bugün farklı yorumlamalıyız, demiyorum. Ayetin o günkü yorumu ile bugünkü yorumu arasında zerre kadar fark yok. O gün de dövün demiyordu, bugün de. Zira o günün kadınının da onuru dikkate alınarak bir hüküm konuluyordu, bugünkünün de. Ayetlerin inmesini belirleyen zamanın şartları değil, insanın şartlarıdır. Allah zamana ve mekâna değil, insana indirdi o metni. Hüküm ile hikmet arasındaki ilişkinin tam kavranamamasından kaynaklı bir sorun var önümüzde.

İSLAM, EŞLERİ BİRBİRİNE VELAYETLE BAĞLAR

Kadının kalbini inciten, onu ikincil ve değersiz kılan, edilgenleştiren bir din midir İslam?

Kadın-erkek arasındaki ilişkiyi kültürel mirasımız (dinimiz değil) nikâh akdinden başlayarak bir mülkiyet ilişkisi olarak kurmuş. Yani kadını erkeğin tasarrufuna terk etmiş. Evlilikte en hayatî karar durumundaki boşanmayı bile (mezheplerde ufak tefek rezervler olmakla birlikte) erkeğe vermiş. Oysa Kur’an’ın eşler arasındaki ilişkiyi kuran ana terimi ‘velayet’tir. Yani eşler sonuna kadar birbirinin hak ve hukukuna riayet eder ve karşılıklı olarak birbirlerini ve de haklarını korurlar. Kur’an varlıksal olarak kadın ve erkeği eşit sayar ama toplumsal roller konusunda her birine verilen ayrı üstünlüklerin kullanıldığı bir toplumsal yapının kurulmasını önerir (4/Nisa, 32). Böyle yapıldığında her birinin hem varlıksal hem de ekonomik olarak daha sürdürülebilir bir yaşam (nasîb) kurabileceklerini söyler.

ÇETELEŞENLERE KARŞI OTO SANSÜR UYGULAYAN HOCALAR DA VAR

İnsanlar Kuran’ı doğru anlamak için saf duygularla bir takım hocalara gidiyor, itimat ediyorlar. Yanlış kişileri dinlemenin önüne nasıl geçilebilir? Cumhurbaşkanı Erdoğan Diyanet’teki ve İlahiyatlardaki hocalar konuşmadığı için bu tür insanlara ortam doğduğundan yakındı. Katılır mısınız?

Sayın Cumhurbaşkanı sadece siyasal kimliği ile değil dini duyarlılığı olan biri olarak serzenişte bulundu kanaatindeyim. Türkiye’de ara dönemler yaratmak için dinin pejoratif bir dille cinsiyet üzerinden dibe çekildiğinin ve kitlelerin provokasyonunda kullanıldığına yakın dönemlerde şahitlik ettik. Sanırım Sayın Cumhurbaşkanının sert bir şekilde meselenin taraftarlarına yüklenmesinde bu tecrübenin de etkisi var. Meselenin tarafı olan İlahiyatların ve Diyanetin doğru ve sahih bilgiye sahip olduklarında hiç kuşkum yok. Ama ülkemizde Cumhurbaşkanının da şikayet ettiği grupların saldırılarından çekinerek kendilerine oto-sansür uygulayan insanların varlığı da bir hakikat. Konuşmanın değil susmanın daha güvenli görüldüğü bir ortam yaratıldı Türkiye’de. Kur’an (9/Tevbe, 109) insanlardan toplumlarını rıza ve takva üzerine kurmalarını aksi takdirde çöküşe sürüklenecekleri uyarısında bulunmaktadır. Rıza, insanların birbirine müdahil olmadığı, görüşlerine saygı duyduğu/razı olduğu çoğulcu bir toplumsal yapı talebidir. Takva da insanlara dair bütün tasarruflarımızda her zaman bir üst mercinin/Allah’ın her şeyin hesabını görecek bir kudret olarak her şeyin kaydını tuttuğunu bilerek hareket etmektir. Türkiye’de dinle ilgili bütün söylem ve eylemlerimiz sadece bu iki kavram etrafında şekillenmeye başlasa muhteşem bir başlangıç yapmış olacağız.