100 yıl önce - 100 yıl sonra

28 Hazîran, dün, bundan tam 100 yıl önce, 1914’de, Birinci Cihan Harbi’nin başladığı gündü.

Buna belki de, 19. Yüzyıl’ın sona erdiği târihdi demek bile mümkin.

Yanlış okumadınız; 19. Yy. modern târihin “en uzun yüzyılı”dır. 14 Temmuz 1789 günü, Paris’de Büyük Fransız İhtilâli’nin ilk operasyonu olan Bastille Şatosu’nun halk tarafından zabtedilmesi ile başlamış ve 28 Hazîran 1914’e kadar tam 125 sene sürmüşdür; tabii takvimsel olarak değil siyasal olarak.

Buna karşılık 20. Yy. yine modern târihin en kısa asrı olarak nitelenebilir, zîrâ 1914’de başlayıp, Soğuk Savaş’ın sona eriş yılı olan 1989’da, yâni 75 yılda, o da sona ermiş, yerini 21. Yy.’a bırakmışdır. Bunun ne kadar süreceğini ise yaşayanlar görecek.

Bâzı karamsarlar, 21. Yy.’ın son gününü idrâk edecek olan insanların, aynı zamanda kendi ömürlerinin de son günün idrâk ederek, hattâ muhtemelen bunu idrâk etmeye dahî vakit bulamadan, yok olacakları öngörüsünde bulunuyorlar. Düzayak Türkçesi, beşeriyetin, bir nükleer savaşla kendi varlığına, daha doğrusu mevcud bütün diğer canlıları da mahvederek gezegenimizin varlığına son vereceği endîşesini taşıyorlar.

Ben hiçbir zaman o kadar kötümser olmadım. Kaldı ki son yıllarda, ufak da olsa, insanların nihâyet akıllarını başlarına toplamaya başladıklarına dâir birtakım işâretler de yok sayılamaz.

Böyle bir savaşın gâlibi olamayacağı tedrîcen kafalara dank etmeye başlamış gibi.

Ne yapalım, mukadderat!

Bizler de o zaman yine şimdiye kadar olduğu üzere, daha ufak tefek, biraz daha kavruk savaşlarla idâre eder, gönlümüzü öyle eğleriz. Ucunda ölüm yok ya...

Mâmâfih bunları da küçümsememek lâzım, yâni kadir kıymet bilene onlar da epeyi kullanışlı.

Meselâ İkinci Dünyâ Savaşı’nda 50 küsur milyon insan öldü ki fenâ skor sayılmaz.

Haa, yeter mi?

Bence de... O halde...

Yetmez ama evet!

Kısacası açgözlülük etmemek lâzım.

Bakınız, mübârek Ramazan Ayı aynı zamanda bir tevâzu ve kanaatkârlık ayıdır da.

İlle de daha fazlası olsun diye huysuzlanmak, bir yerde Cenâb-ı Hakk’a isyan anlamı bile taşıyabilir.

Ne yapalım; 1945’de 52/53 milyon olmuş, bir dahaki sefere, inşaallâh, ne bileyim, 80 milyon olur, 100 milyon olur, hattâ daha fazlası da olur.

Garib kuşun yuvasını Allah yapar sözü boşuna söylenmemişdir.

Eskilerin elbet bir bildikleri vardı.

Asıl mevzûumuz olan 100. Yıldönümü meselesine dönecek olursak; Türkiye, yâni Osmanlı İmparatorluğu, bu savaşa kendi isteğiyle girmiş değil, icbâr olunmuşdur.

Nisbeten yakın zamanlarda ortaya çıkan belgelere göre İngiltere ve Fransa “Boğaziçi’ndeki Hasta Adam”a bir tür “politik ötanazi” uygulamaya karar vermişlerdi. Hattâ bu planlara önce Çarlık Rusyası da dâhildi Türkiye parçalanıp leş kargalarınca paylaşılırken İngiltere’nin payına bugünki Irak, ayrıca S. Arabistan’ın hemen tamâmı düşerken, Fransa da Sûriye ve Lübnan’ı alacakdı. Rusya’ya ise İstanbul ve Çanakkale Boğazı vâdedilmişdi.

Yine bizim olan Mısır, Libya, Tunus ve Cezâyir ise daha birkaç yıl öncesinden kaybedilmişdi. Meselâ İngilizler, 29 Ekim 1914 günü, zâten usul usul girmiş bulundukları Mısır’ı ilhâk etdiklerini açıkladılar.

1917 Ekim Devrimi ile Çarlık ekarte olunca planın onlarla ilgili olan kısmı devre dışı kaldı.

Netîceten eski cenub vilâyetlerimiz önce İngiliz ve Fransız sömürgeleri hâline geldi, 1945’den sonra da peyderpey bağımsızlıklarını îlân edip (sözümona!) egemenliklerini kazandılar.

Bugün bu oyunun artık son perdesi oynanıyor.

Arablar, eğer başarabilirlerse, bölge haritası muhtemelen nihâî ve “tabiî” şeklini alacak.

Bu haritada güney komşumuz ağleb-i ihtimâl bir Kürd devleti olacak gibi. Onun güneyinde ise; Irak, Sûriye, Ürdün ve Lübnan’dan oluşan müttehid bir Arab devleti ile belki S. Arabistan ve BAE’den müteşekkil bir başka birleşik Arab devleti yer alacağa benzer.

Türkiye, akıllıca bir politika izlerse, bu yeni haritada bir istikrar ve câzibe merkezi olarak bir başrol oyuncısı rolü üstlenebilir ve hattâ

Yarımada’nın kuzey kesimleriyle federatif bir yapı altında (tekrar) birleşebilir.

Ama bunlar ileriki işler...