12 Temmuz 1947 yıldönümün hatırlattıkları

Şimdilerde ‘kutuplaşma’ demiyorlar mı; bazen hayret ediyorum. Hani hiç kutuplaşma görmemiş olsak, bu retoriğin çok yeni bir şey olduğuna inanabiliriz de. Lâkin içinden geçerek geldiğimiz gerçek kutuplaşmaları hâlâ hatırladığımız gibi; CHP-DP kutuplaşmasının târihini de yazmayı bitirmek üzereyim.

Çocukluğumdan gençliğe adım atmak üzere olduğum sıralarda; babamdan CHP’nin daha iktidar devresinde ve sonra da DP döneminde iki parti arasındaki sertliği ve ‘kutuplaşma’yı dinlemişliğim çoktu. Toplum o kadar bölünmüştü ki, her iki partinin de taraftarları gittikleri kahveleri bile ayırmışlardı. O derece yani… Sonra benim gençliğimde karşıt siyasal güçlerin birbirlerinin kahvelerini taradıklarına da şahit olunca; hatta bu kahvelerin bazılarında arkadaşlarımın da olduğunu görünce; babamın ‘kutuplaşma’ adına anlattığı bu öykünün hayli naif kaldığını bizzat gördüm; anladım. Anlayacağınız, hiç ‘kutuplaşma’ görmemiş olanların, her şiddetli siyasal ayrışmayı kutuplaşma sanmasından daha doğal bir şey olamayacağını da şimdi anlıyorum.

DP üzerinde şiddet

DP daha kurulduğundan kısa bir süre sonra, bir anlamda iktidarla balayı devri geçer geçmez, şikâyete başlamıştı bile. İktidar ona nefes alma imkânı tanımıyordu. Sadece hükûmet değil, fakat devlet de DP’nin gelişmesine engel olmak üzere harekete geçmişti. DP taraftarları üzerine baskı kurulmuştu; DP’ye üye olmak isteyenler korkutuluyor, tehdit ediliyordu. DP örgütünü kurmak isteyenler üzerinde terör estiriliyordu. Üstelik bütün bunlar bizzat iktidarın bilgisi ve talebi üzerine yapılıyordu.

CHP, DP’yi adeta süs bitkisi gibi görme eğilimindeydi. Onu ebedî muhalefet partisi olarak görmek istiyordu. DP’nin örgütlenmeye hakkı yoktu. Hele üye kaydederken, hiçbir şeye dikkat etmeksizin, sadece partisini kalabalık görmek ve göstermek için, önüne gelen herkesi üye olarak kabul etmesi, iktidarın tahammül sınırlarını daha da zorlamıştı. Muhalefet partisinin avamdan insanları bağrında toplaması hataydı. O da, tıpkı iktidar partisi gibi, münevverleri seçmeliydi. Politika, nezih insanlar arasında yapılmalı ve orada da kalmalıydı. Kalabalıkların katıldığı politik toplantılar, sözün ayağa düşmesine neden oluyordu.

Recep Peker’in kutbu

Başbakan Şükrü Saraçoğlu da zamanında aynı kanıdaydı; Recep Peker de öyle… Peker’e soracak olursanız; DP de gerçek niyetini gizlemeye çalışıyordu. Onun amacı, bir halk ihtilâli gerçekleştirmekti. İnkılâba ve laikliğe karşıydı. Mürtecilerin toplandığı bir parti haline gelmişti. Tıpkı geçmişte olduğu gibi. Zaten bunun en yakın ve hafızada kalan örneği Serbest Cumhuriyet Fırkası idi. O zaman da iktidara karşı olan bütün muhalifler, hiçbir ilkeye kaale almaksızın, sadece CHP’yi devirmek için birleşmişlerdi. Şimdi de aynı şey oluyordu. DP, gerçek olmayan iddialarla iktidarı devirmek üzere harekete geçmişti. Fakat elbette inkılâp, buna izin veremezdi. Her şey yasalar içinde olup bitiyordu; eğer yasaların yasakladığı hususlar varsa, buna bütün partiler uymalıydı. DP’nin düzeni düzen yapan pek çok yasadan ve bu arada hükûmetten şikâyeti de, gerçek niyetinin bir yansımasından ibaretti sadece. Bu durumda DP, şikâyetlerini geri almalı ve yasal imkânlarla muhalefetine devam etmeliydi. Aksi halde, ülkenin yakın tarihinde muhalefet partilerinin başına gelen şey, onun da âkıbetini oluşturacaktı. Devlet otoritesi ne olursa olsun sağlanmalıydı ve sağlanacaktı da.

İnönü’ye sorarsanız…

İsmet Paşa, cumhurbaşkanı olarak, başbakanıyla aynı görüşte değildi. Ona göre, iktidarla muhalefet arasında meydana gelen bu anlaşmazlıkların diyalog yoluyla çözülmesi gerekiyordu. Her iki taraf da, kendi ‘mahalle baskısı’ndan arınmalı; içlerindeki sertlik yanlısı aşırı unsurları bertaraf etmeli ve üzerinde anlaşabildikleri bir politika ekseninde, yeni rejim kesintiye uğramadan kendisine bir yol açmalıydı. Peker’in başbakanlığı bu nedenle güçleşmişti. İnönü, Peker hükûmetine karşı parti içi muhalefetin arkasındaki gizli kuvvetti. Bunu herkes biliyordu; hatta bu haber basında bile söylenti şeklinde yazılıp duruyordu. Cumhurbaşkanı ile başbakanın politik görüş ayrılığı içinde oldukları ve bunun çok temelli bir mesele olduğu zaten konuşuluyordu.

Peker için mesele basitti: 1924 anayasası, cumhurbaşkanına yalnızca sembolik bir konum sağlamıştı. Onun hükûmet politikası üzerinde herhangi bir yetkisi ve söz hakkı olamazdı. Her ne kadar cumhurbaşkanı, CHP genel başkanı olmaya devam ediyorsa da, bu da ona başbakan üzerinde baskı kurma hakkı vermezdi. Sonuçta meclisin desteğine sahip bir hükûmet oldukça, hükûmet politikası, başbakanın yetkisinde ve sorumluluğundaydı. Cumhurbaşkanı ise, hükûmet politikasına müdahale edemezdi. Buna anayasal yetkisi bulunmuyordu. Parlamenter bir sistemde, bütün siyasî sorumluluk başbakanda olmalıydı.

Oysa İnönü, cumhurbaşkanı olarak, kendi görevini arabuluculuk, hakemlik olarak görmeye başlamıştı. Ona göre, iki partinin de kendisine olan uzaklığı eşitti. CHP genel başkanlığını artık fiilen bırakmıştı. Önemli olan husus, yeni rejimin kesintiye uğramadan, yara almadan, partiler arasındaki sertliğe son verilerek devam etmesiydi.

12 Temmuz’a doğru…

İnönü, DP genel başkanı olarak Celâl Bayar’ı, başbakan olarak da Peker’i görüşmelerde bulunmak üzere davet etmişti. Her iki isim arasında temas noktası arıyor; karşılıklı şikâyet ve iddiaları dinliyor; bu iki uzlaşmaz pozisyonu bir yerde buluşturmaya gayret ediyordu. Taktiği basitti: Bir yandan Bayar’ın pozisyonunu yumuşatmaya çalışıyor; diğer yandan da Peker’in hayli sert pozisyonunu törpülemeye uğraşıyordu. Bütün bunları yaparken elbette hükûmet başkanının prestijini öne aldığı söylenemezdi.

İNÖNÜ’NÜN BEYANNAMESİ

İnönü’nün aslında 11 Temmuz’da radyoda ilân edilen, fakat ertesi gün basında yayınlanabildiği için literatürde 12 Temmuz beyannamesi olarak geçen bildirisi; gerçekte çok basitti. İnönü, Bayar ile Peker arasında hakem olduğunu belirtiyor; ardından her ikisinin de görüşlerini alarak, önce tek tek olan bu görüşmelerini, üçlü bir görüşme haline çevirmeyi başardığını da bildiriyor ve nihayet pozisyonlar arasında bir uzlaşma imkânı yakalayabildiğini açıklıyordu. Buna göre; iktidar müsterih olabilirdi. DP lideri, partisinin yasa dışı yollara başvurmak, ihtilâl çıkarmak, halk ayaklanmasına tevessül etmek gibi bir niyeti ve amacı bulunmadığını kesin olarak taahhüt etmişti. Aksine, DP sadece meşru zeminde kalacaktı. Bu bakımdan hükûmetin muhalefetin niyeti konusunda kuşkuya kapılmasına en azından bundan sonrası için gereği kalmamıştı. Peker’in içi rahat edebilirdi.

Fakat DP’nin de müsterih olması gerekirdi; çünkü iktidar da DP’yi kapatmak için fırsat aramıyordu. DP üzerinde bir baskı kurulmadığını iddia ettiğine göre, aslında iktidar en azından bundan sonrası için muhalefet partisinin şikâyetçi olduğu şekilde her türlü baskı ve tehdidin önüne geçecekti. Eğer şimdiye kadar hükûmetin bile bilgisi dışında gelişmeler olduysa, hükûmet kanadı da bundan böyle benzeri uygulamaların kesin olarak görülmeyeceğini taahhüt ediyordu.

PEKER HAKLI MIYDI?

İnönü’nün her iki ismin de onayını alarak yayınladığı bu bildiri, aslında Peker açısından siyasî bakımdan sıkıntı yaratmıştı. Her ne kadar o, DP’nin taahhüdünün asıl önemli olan kısım olduğunu ileri sürecekse de; iki ay kadar sonra başbakanlıktan ayrılmak zorunda kalacaktır. Rejim, 12 Temmuz bildirisi ekseninde devam edecekti.

Fakat Peker’in de haklı olduğu bir noktaya değinmenin zamanıdır. Peker, anayasaya göre İnönü’nün hükûmet politikasına müdahaleye hakkı ve yetkisi olmadığını söylerken; aslında haklıydı. Gerçekten de İnönü’nün böyle bir anayasal yetkisi bulunmuyordu. O, bir anlamda cumhurbaşkanı olmaktan çok, CHP’nin fiilî genel başkanı olmasına ve tarihsel ağırlığına dayanarak bu müdahalede bulunmuştu.

Acaba İnönü, Peker’in bu konudaki şiddetli itirazlarını dinler ve bunları bertaraf etmeye çalışırken; yıllar önce Cumhurbaşkanı Atatürk’ün başbakan olarak kendisine yönelik müdahaleleri sırasında kendisinin itirazlarını ve şikâyetlerini de hatırlamış mıydı sorusunu sormak kaçınılmazdır. O zaman da bizzat İnönü, cumhurbaşkanının hükûmet işlerine müdahalesinden şikâyetçi olmuştu. Bunun üzerine de Atatürk ile çatışmak ve tıpkı Peker gibi görevinden ayrılmak zorunda kalmıştı.  O zaman kendisinin haklı olduğunu, fakat haksızlığın kendisine düştüğünü anılarında yazan İnönü; eğer anılarını yazsaydı, acaba Peker neler yazardı diye düşünmüş olabilir mi?

Politikanın öncelikle tutarlı bir şey olduğunu düşünenler varsa aranızda; bu görüşünü yeniden gözden geçirmeye başlaması için belki de bundan daha iyi bir vesile olamaz.