1950 seçim yenilgisinin ardýndan… CHP NASIL KURTULUR?

Geçen hafta baþlayan dizi yazýmýz sürüyor. CHP’de reformcular, parti  ilkelerinin sýkýlaþtýrýlmasýný önermiþlerdi. Onlara göre; parti, ilkelerini ciddîye almadýðýndan baþýna bunlar gelmiþti! Altý ok, eskisi gibi yeniden formüle edilmeliydi.

Partinin sekizinci kurultayýna sunulan reform önerisi, partinin baþýna gelenleri anlamaya çalýþýyor ve bir anlamda özeleþtiri yaparken, geleceðe iliþkin bir perspektif de belirlemeye gayret ediyordu. Altý oktan vazgeçilemezdi. Ýdealist bir parti olarak CHP, bir noktada yanýlmýþ ve “prensipleri anlayýþ tarzý, onlara baðlýlýk derecesi düþünülmeksizin, siyasetle uðraþmak isteyen her inanýþtaki vatandaþlarý kendi içinde toplamakla yolunu tutmuþ ve buna göre de bir gelenek yaratmýþtý.” Fakat bunun sonucunda; parti, “zihniyet ve inanýþ farklarý gözetmeksizin türlü düþüncede vatandaþlarý baðrýnda toplamýþ olduðu için” ilkeleri bakýmýndan sarsýlmýþtý.

Parti içinde farklý görüþler ve anlayýþlar ortaya çýkmýþtý. Sözün kýsasý, partinin ilkeleri herkese göre deðiþebilir nitelik kazanmýþtý. Bir ideolojik kesinlik saðlanamamýþtý. Bu sorun þöyle anlatýlýyordu: “Partinin prensipleri, bütün safvetiyle benimsenip temsil edilemez ve gerçekleþtirilemez bir hale gelmiþti.” Böylece aslýnda güçlü olan ilkeler, anlamýný yitirmiþ ve zayýflamýþtý. Toparlanmanýn zamanýydý.

Parti, ilkelerine uymuyor ki…

Reformculara göre, ilkelerin uygulanmasýnda “gevþeklikler”; hatta daha da vahimi, “asýldan inhiraflar [dönmeler] ve birbirine zýt tatbikat hareketleri” bile görülmüþtü. Sonuçta, CHP’nin ilkeleri, “vuzuhsuz [belirsiz] ve anlaþýlmaz” hale gelmiþti. “Parti adeta faaliyetleri prensiplerine uymayan ve prensiplerine aykýrý tatbikata tahammül eden bir siyasî” kuruluþ haline düþürülmüþtü. Ve sonunda parti, “millet”in “inancýný ve güvenini” kaybetmiþti. O kadar ki, -þöyle deniyordu- “korkmadan itiraf etmek icab eder ki” “þimdiki durum”, CHP’ye “bir idealist ve prensipler partisi dedirtmeyecek bir durum”du. CHP’nin baþýna gelenler de, iþte ana ilkelerinden ayrýldýðý içindi. Þimdi asla rücû etme zamaný gelmiþ de, hatta geçmiþti bile.

Fakat bu o kadar da kolay deðildi; çünkü þartlar da deðiþmiþti. Bu durumda da parti “yeni þartlarýn ýþýðýnda” ilkelerini yeniden formüle etmek zorundaydý. Bu kez “tevil, tefsir, inhiraf” [sözü çevirerek; yorumlayarak; deðiþtirerek ya da bozarak] olmaksýzýn ama. Ýþte bu noktada reformcular, altý oku yeniden gözden geçiriyorlar ve onlara kat’î bir hat çizmeye çalýþýyorlardý. Nasýl mý? Onu da görelim peki…

“Soðuk bir kliþe” Milliyetçilik

Parti, son zamanlarda milliyetçiliðe karþý “adeta lakaydi” davranan bir gevþeklik içine girmiþti. Bu nedenle de “bir kýsým samimi milliyetçi vatan evlâtlarýnýn sevgisini” yitirmiþti. Muhtemelen bu cümleyle 1944 Irkçýlýk-Turancýlýk davasýna atýfta bulunuluyordu. Türk devriminin “müsbet dünya görüþü”, maalesef “bayaðý bir materyalizm” þekline bürünmüþtü. “Ýnsanlýk düþüncesi” ise, “yanlýþ anlaþýlmýþ bir hümanizma cereyaný ile” karýþtýrýlmýþtý. Bunun neticesinde; Türk toplumunu “adeta kozmopolitleþtirmek isteyenlerle” hiçbir mücadele yapýlmamýþtý.

Partinin sosyal adalet anlayýþý da, “sýnýf mücadelesinin iþareti” þeklinde anlaþýlmýþ ve buna karþý da parti “hareketsiz kalmýþ”tý. Hepsi bu kadar da deðil; diðer yandan, milliyetçiliði “dýþýmýzda esen havalara göre zaafa uðratmak gayretlerini güdenler ve ýrkçýlar ve faþistlik gibi” ithamlarla partiyi yýldýrmak isteyenler de olmuþtu ve bu ithamlar yanýtsýz býrakýlmýþtý. CHP, bu ülkede yaþayan herkesin, “müttehit, mütecanis, [birleþmiþ; homojen] tek millet olmasý dava”sýndan vazgeçemezdi. Milliyetçiliðin tanýmýna gelince, reformcular, her zamanki usûle baþvurmuþlar ve “bizim milliyetçiliðimiz dýþarýdan içimize sokulmuþ bir milliyetçilik deðil; bizim kendi þe’niyetimizden [gerçeðimizden] doðan bir milliyetçilik”tir deyip, iþin içinden (güya) çýkmýþlardý.

Devletçilik saða sola çekildi

Partinin ikinci esaslý ilkesi devletçilik idi. Fakat bu ilkenin de “iyi bir izahý” yapýlamamýþtý. Ve bunun neticesinde bu ilke de “saða sola, ileriye geriye” çekilmiþti. Tutulamamýþtý. Parti devletçilikten ne anladýðýný sadece açýklayamamýþ, fakat bir yandan da onun mahiyetine ters düþen açýklamalar karþýsýnda da “hareketsiz kalmýþ”tý. O kadar ki, “sosyalist devletçilik”ten, “Marksist devletçilik”ten, materyalist yorumlardan söz edenlere karþý tepki oluþmamýþtý.

Hele uygulamada iþ, “devlet için devletçilik”e varmýþtý. Bir baþka akýl almaz geliþme de, “son zamanlarda devletçiliðin adeta inkâr edilerek, birdenbire anlaþýlmaz bir liberalizme sapma cereyanlarýna karþý partinin hareketsiz kalmasý”ydý. Bu cümleyle de herhalde 1946 sonrasýnda CHP içinde görülen yeni eðilime iþaret edilmiþti. Devletçilik, “karma karýþýk, tatbikat yönünden türlü tezatlarla hýrpalanmýþ” bir haldeydi. Yeniden formüle edilirken, kat’îlik esas olmalýydý artýk.

Kesinlik deyince, reformcular þöyle bir öneride bulunmuþlardý: Elbette devletçilik, sosyalist ya da Marksist yorumlardan tamamen uzak olacaktý. Devletçiliðin “moda”ya uyularak bir kenara atýlmasý da; liberalizme yelken açýlmasý da tabiî kabul edilemezdi. Devletçiliðimiz, dýþarýdan ithal edilmemiþti, yabancý arzularýna göre düzenlenmeyecekti. Kýsacasý, her þey halk için olacaktý. Millî ekonomi kurulacaktý. Köylüler de millî ekonominin temelini oluþturacaktý. Reformcular, yine kaçamak davranmýþlardý. Belki de geleneksel usûlden ayrýlmak istemiyorlardý. Devletçiliðin ne olmadýðýný tanýmlamak daha kolaylarýna ve iþlerine geliyordu. En olumlu tarifi þöyle yapmýþlardý: Devletçiliðimiz, “kurucu, koruyucu ve düzenleyici” olacaktý. Ne formül ama deðil mi!

Tek particilik ve diktatörlük

Bazýlarý cumhuriyetçiliðin artýk bir dava olmaktan çýktýðýný düþünebilirlerdi; fakat reformcular öyle düþünmüyorlardý; aksine, bu ilke de canlý tutulmalýydý. Hele yeni dönemde (yani DP iktidarýnda) “baþýmýzdan diktatörlük tehlikesinin ebediyen uzaklaþtýðýný kimse iddia edemez”di.

Tuhaf olan nokta þurasýydý ki; bu satýrlar, DP’nin seçimi kazanmasýnýn ve hükûmet kurmasýnýn üzerinden sadece birkaç hafta geçtikten sonra yazýlabilmiþti! 27 Mayýs öncesinin meþhur “diktatörlük” iddiasý, 1950 yýlýnýn yaz aylarýnda tohum halinde topraða atýlýyordu anlaþýlan. Cumhuriyet, bir bakýma diktatörlüðün panzeri sayýlmýþtý; bu yoruma göre. Fakat sadece beþ yýl öncesine kadar geçen yirmi yýllýk cumhuriyet idaresinin nedense tek partili bir yönetime sahip olduðu unutuluvermiþti aniden! Bu bakýmdan formül, daha en baþýndan sakat görünüyordu. Cumhuriyet, diktatörlüðe mani deðildi aslýnda. Fakat diktatörlük, cumhuriyette de mümkün olabiliyordu. Bu gerçeði görmek için 1950 yýlýna kadar beklemeye, hele muhalefete düþmeye bilmem ki gerek var mýydý?

Halkçýlýk, demokrasi demektir

Parti, halk(çýlýk)tan da uzak düþmüþtü. Hatta onu “elinden kaptýrmak tehlikesi” ile karþý karþýyaydý. Birden bire halkçýlýk demokrasiye dönüþünce; formülasyonda da farklý bir deðerlendirme aðýrlýk kazanývermiþti: CHP, “halk idaresi”ni ilk önce benimsemiþ olduðu halde, bunu hayata geçirememiþti. Partinin halkçýlýktan anladýðý, “zayýf vatandaþlarýn ezilmesine” karþý çýkmaktý. Ama gerçek hayatta bu ilke sadece bir “isim” olarak kalmýþtý.

Kayýrmacýlýða son verilmeli

Hatta CHP zaman zaman kiþisel çýkarlar için devlet otoritesinin âlet edilmiþ olduðu ithamlarýna bile karþý çýkmakta zorlanmýþtý.

Artýk “devlet kuvvetlerinin halk üzerinde baský vasýtasý haline getirilmesine karþý mücadele” açýlmalýydý. CHP bunu yapmýþtý iþte. Bu sanýrým reformcular açýsýndan önemli bir öneriydi; çünkü, bu ifadeyi de bold olarak yazmýþlardý! Elbette hepsi bu kadar deðildi; parti, eski alýþkanlýklarýný da deðiþtirmeli ve kayýrmacýlýða artýk son vermeliydi. Artýk “bir millî tesanüt [dayanýþma] ahlâký ve ruhu” dönemi baþlamalýydý.

Nasýl bir halkçýlýk?

Görüldüðü gibi; burada halkçýlýk, artýk klasik boyutuyla, yani sadece imtiyazsýz bir kitle yaratmak gibisinden bir perspektifle deðil; sýnýflar arasýnda dengeli bir daðýlým saðlanmasýna yönelik bir sosyal adalet anlayýþýna dayandýrýlýyordu. Bu bakýmdan dikkat çekiciydi.