27 Mayıs darbecilerinin bir operasyonuda siyasileri itibarsızlaştırmaktı

27 Mayıs’ın öncelikli hedeflerinden biri de, önemli siyasî figürleri kamuoyunun gözünden düşürme operasyonuydu; Celâl Bayar, Refik Koraltan ve Fatin Rüştü Zorlu için haksız servet edinme dedikoduları almış başını gitmişti.

Bilmiyorum, geçen hafta Vecdi Bürün tarafından hazırlanarak Ekicigil yayınevi tarafından darbeden hemen sonra “Türk Ordusunun Zaferi: Kansız İhtilâl” adıyla bastırılan bir kitapta ortaya konulan ithamlar ilginizi çekti mi? Eğer çektiyse, o halde devam edelim: Elbette kitapta yolsuzluk ve suistimal iddialarına da geniş yer ayrılmıştı.

“Bayar’ın milyonları”

“Bayar’ın milyonları ortaya” çıkarılmıştı bile. Bir habere göre, Bayar’a gönderilen “on sekiz adet altın kol saati”ne gümrükte el konulmuştu. Migros ve Gima adlı iki büyük şirketin en büyük hissedarının Bayar olduğu anlaşılmıştı. “Bayar’ın Türkiye’nin ekonomik hayatında rol oynayan daha birçok şirketin büyük hissedarlarından olduğu” bildirilmişti. İstanbul Emniyet Müdürü Kurmay Yarbay Abdülvahit Erdoğan, 2 Haziran’da basına yaptığı açıklamada; birçok kişinin mallarına ve otomobillerine el konulduğunu belirtiyordu. Açıklamasına göre, kasasında şimdiden “sayısız otomobil anahtarı” bulunuyordu.

Kitapta Bayar’ın gözü doymazlığı üzerinde etraflıca durulmuştu; birlikte öğrenelim şimdi: “Kurtuluş hareketi üzerinden birkaç gün geçince, Bayar’ın bankalarda 103 milyon tutan mevduatı bulunduğu meydana çıkarıldı. Bu haberi gazetelerde gören vatandaşlar, Bayar’ın bu açgözlülüğüne fazla hayret etmediler.”

Bayar’ın dışarıdaki serveti

Bayar’ın sadece 103 milyonu olduğunu düşünenler de aldanıyordu; hem de fena halde; bu sadece yurt içinde bulunan servetti. Peki, ya yurt dışındaki servet ne olacaktı? Öğrenmek için kitaptan okumaya devam edelim: “103 milyon; söylemesi bile kolay değildi. Üstelik hâdisenin insanı daha da düşündüren tarafı şuydu: Bayar’ın sadece memleket sınırları içindeki parasının miktarı bu kadardı. Ya sınır dışındakiler ne kadardı acaba? Ümmî olarak tanınan bu adam, memleket içi bu kadar hesap bilirse, bu bildiğini memleket dışı tarafı neydi ve ne olmalıydı acaba? Tabiî önce iyi niyetli davranıldı. Vatandaşlar, ellerine kalem kâğıt alıp, Bayar’ı çok acı sıfatlardan kurtarmaya çalıştılar. Zaten kendisine mahşer gününden sonrası için bile yetecek kadar bol sıfat edinmiş sayılabilirdi. Bunun için bu 103 milyondan gelecek sıfattan kendisini uzak tutmak elbette iyi olurdu.

Hemen hesaba koyuldular. Cumhurreisliği tahsisatı ayda on beş bin liraydı. Eh, Bayar’ın on para bile harcamadığı kabul edilmek ve on yıldır bu işte bulunduğu göz önünde tutulmak şartıyla, taş çatlasa yılda 180 bin lira hesabıyla, on yılda iki milyondan daha az parası birikmek gerekirdi. Migros’un ve Gima’nın muazzam kâlar sağladığı düşünülse, bu meblâğ on mislinden fazla artmazdı. Ne büyü, ne sihir kuvvetiyle artırılamazdı.

Birkaç gün içinde tesbit edilen paralarla memlekete yükledikleri dış borçların hiç değilse birkaç taksidinin rahat rahat ödenebileceği, biraz hesap bilen bütün vatandaşlar tarafından ileri sürülüyor, bu gidişle galiba öte taksitlerin de büyük bir kısmı ödenecek deniliyordu.”

‘Küçük adam’ın kaderi

Vecdi Bürün’e göre, Bayar okumuş yazmış bile değildi. Yeterli kültür seviyesine sahip değildi. “Her türlü istikbâli parada görmüştü. Kurtuluş savaşında komitacılığı seçmesi de “seciyesi”ne uygundu. Her ne kadar bu sırada Galip Hoca adıyla faaliyette bulunduğu iddia edilmişse de, bu iddia da tahkike muhtaçtı. Nitekim “İnönü’nün bir gün bu konuda gerekirse açıklamada bulunabileceğini söylemesi, bu faaliyetin mahiyeti hakkında hemen bütün vatandaşları haklı olarak şüpheye düşürmüştü.” Bu kuşku hala sürüyordu, silinmemişti; hatta “son yaptıklarıyla şüphe artık çok aleyhte düşüncelere yönelmişti” bile. Onun için önemli bankacı ya da sigortacı diyenler de fena halde yanılıyorlardı; aksine “işin içyüzünü bilenler, bu işlerin bir başka kafadan çıktığını”, onun bu işlerde bir uzmandan yararlandığını ve nihayet “haksız yere şerefe konduğunu” zaten yakından biliyorlardı.

Refi Bayar’ın öyküsü

Bayar’ın, oğlu Refi Bayar’ı da kişisel nüfuzundan yararlanarak kayırdığı ve bu şekilde para kazanmasına neden olduğu iddia ediliyordu. Refi Bayar’ın Celâl Bayar’ın başbakanlığı döneminde İsmet İnönü Cumhurbaşkanı seçildikten sonra açılan soruşturmalar sırasında hayatına son verdiğini, uzun yıllar önce “Türkiye’de Millî Şef Dönemi (1938-1945)” adlı kitabımda anlatmıştım. Bu trajik öykü, Vecdi Bürün’ün kitabında şöyle anlatılmıştı: “O zamanlar bu yollardan çalışkanlığı ile tanınan Refi’ye büyük meblağlar sağlamış, bu büyük paralar, o genç adamın sağlık durumuna hiç de iyi gelmemişti.”

Karı Koca Zorlular

Fatih Rüştü Zorlu da hırsızlık ithamıyla hedefe oturtulmuştu; kitap onun da servetini ballandıra ballandıra anlatıyordu: “Karı koca Zorlu’ların eski şöförlerinin evine emanet olarak bıraktıkları hazine, neredeyse Topkapı Sarayı hazinesine eşitti. Hani Zorlu bir müddet daha Hariciye Vekilliği’nde [Dışişleri Bakanlığı’nda] kalmış olsaydı; turistlere gösterilebilecek ikinci bir hazinenin meydana gelmesi işten bile olmayacaktı.” İnanmadınız mı yoksa; o halde kitapta yer alan “belge”ye de bir göz atmaya ne dersiniz?

“Yakında resmen açıklanacağı tahmin edilmekte olan vesaik [belgeler] ve eşya için bugün yalnız Fatin Rüştü Zorlu ve karısına ait müsadere edilen [el konulan] bir kısım eşya ile evrakın listesi inanılır kaynaklarca açıklanmıştı.” Bilmem ki ‘inanılır kaynaklar’ kimlerdir ve ‘inanılır’ olmaları nereden kaynaklanmaktadır? Elbette bu konuda kitapta bir açıklama yok. Dahası, hiçbir zaman da olmayacak. Ama ithamlar ard ardına sürüyordu:

“Bu liste sabık [eski] Hariciye Vekili ve karısının eski şöförlerinden birinin evinde yakalandıkları sırada yanlarında bulunan çok kıymetli bir mücevherat kutusunun muhteviyatını havidir. Bu listeye göre, Emel Zorlu’nun mücevherat kutusundan altın pırlantılı iğne, Mısır kolyon iğnesi, altın pırlantalı kolye, bir zümrüt pırlantalı karışık kolye, bir çift altın pırlanta yakut karışığı küpe, altın kaplumbağa maskot, pırlantalı altın horoz iğne, firuze bir çift ay yıldızlı iğne…” Ben burada kestim, fakat kitapta bu liste neredeyse bir sayfa boyunca devam ediyordu. Ama bu bile yetmezdi: “Zorlu’nun hazinesi bu kadarla bitmiyordu; aranılan evrakı arasında şişkin rakamlar taşıyan makbuzlar çıkmıştı.” Kitabın bu noktasındaki ithamı atlamak olmaz tabiî: “Bir firmanın Amerika’dan satın aldığı bir filoluk ticaret gemileri işine de onun adının karıştığı, aylardan beri bilinen bir gerçekti. Bütün armatörler çevrelerinde hep bu mesele konuşuluyordu. Bu konuşmalarda ileri sürülen iddialara bakılacak olursa, Zorlu bu gemilerin başlıca ortağıydı. Gemiler hiç para ödenmeden, yahut pek az para ödenmek suretiyle, resmî nüfuz kullanılarak, ileride taşınacak yüklerin navlun bedeline karşılık açtırılan kredilerle alınmıştı. Tabiî komisyon bunu da meydana çıkarmakta gecikmeyecekti. O zaman Zorlu’nun serveti tam yekûn halinde tesbit edilmiş olacak ve bir adamın para konusunda bu derece becerikliliği herkese küçük dilini yutturacaktı.”

Ya Koraltan'ın suistimalleri

Kitapta bu da anlatılıyordu: Polatkan’ın “Ankara sigortasından 4 milyon liradan fazla para çekip zimmetine geçirdiği tesbit” edilmişti. Konuyla ilgili olarak müfettişler görevlendirilmişti. Başkaca DP’li politikacıların da “İş Bankası’ndan külliyetli paralar çektikleri ve bir kısmının da bir takım şirketlere ortak oldukları” anlaşılmıştı. Zaten kendisi “gözü daima yükseklerde bir adamdı.” “Büyüklük çılgınlığı”, Bursa valisi olduğu bir sırada valiye ayrılan bir yerde “çocuklarına mareşal üniforması giydirip bir geçit resminde” durdurmasından da görülebilirdi. Üstelik kendisi “basit bir medrese kültürü”nden ileri geçemezdi. Üstelik “elinden gelen hitabet, sadece Asyaî hitabet tarzı”ydı. Bu şöyle açıklanıyordu: “Yani, ya övünecek ya övecek yahut da alabildiğine zemmedecektir.” Asyaî bir zihniyetin ve hitabetin temsilcisi olduğu tuvaletinde de, giyinişinde de hep görülmüştü. Saçlarını kendisine yakışmayan bir sarıya boyatması” ayrı bir örnekti. O da “kadınlardan ve kadın meclislerinden, en az taraftarlarının mânâsız bir çoğunluk teşkil ettiği Meclise başkanlık etmek kadar hoşlanırdı.” Hatta “Askerler evinde kendisini tevkif etmeye gittikleri zaman, onu bir Alman kadınıyla yatağını paylaşmış bir halde bulmaları, zaaf ve huylarını bilenleri fazla hayrete” düşürmemişti!