28 Şubat’ı takvimlerden bir yaprak olarak kesip kenara koyabilirsiniz.
Ben koyamam.
Çünkü orada tutuldum kaldım. Arkadaşlarım orada kaldı. Orada ölüp, oradan gittiler gurbete, orada düğümlendik, orada kıstırıldık. Işıklar orada söndü, yıldızlar orada kaydı, orada kırıldı yüzükler, kelepçeler orada takıldı, bir gecede büyüdü bütün çocuklar, kuşlar buradan havalandı, kopuk tüyleri hala bende saklı, trenler buradan kalktı, gidenler dönemedi, dönenlerse yarımdı, eksikti, kırıktı.
“Saklı Kitap” boyunca, 28 Şubat’ta yaşadıklarımızı anlamaya çalıştım. Çok kolay değildi bu otopsi elbette. “Topyekun Savaş” manşetleriyle durup dururken “Birinci Tehlike” ilan edilmenin altındaki o derin tahammülsüzlüğü çözümleyebilmek, neredeyse imkansızdı... İsminizin yerine yuvarlak içine alınmış “T” harfinden ibaretleşen kimliğiniz, sessiz bir harfe dönüştürüyordu sizi. Yapayalnızlık. 28 Şubat’ın bendeki en derin izi. Ve sıradan insanların günlük yaşamları içinde sinsice ve art niyetlerle takip edilmelerini, haklarında tutulan güvenlik fişlerini, topyekun “ikna odası”na çevrilmiş bir ülkeyi, panoptikan bir hapishaneye dönmüş memleketimi... Çözemiyorum, başımızdan geçenleri. Ben bu pervasız nefretin sebebini “Saklı Kitap” gibi on kitap daha yazsam da anlayabileceğimi sanmıyorum. Çünkü 28 Şubat pervasız bir kötülüktür...
“Gerekirse silah kullanırız” manşetleri sadece korkutup yıldırma mıydı? Yaşları 13 ila 15 arasındaki Küçükköy İmam Hatip Lisesi öğrencilerine “Keskin Nişancı”lar göndermişlerdi. Biz o güne kadar “keskin nişancı” lafını Saraybosna sokaklarını kan gölüne çeviren Sırp katilleri üzerinden işitirdik oysa. Neydi bu nefretin sebebi? Bu çocuklar hangi suçu işlemişlerdi?
Cerrahpaşa Tıp Fakültesi öğrencilerinden Nuray Bezirgan, okuluna girmek istediği için çenesi ve kaburgaları kırılıncaya kadar dövülmüştü, üç aylık bebeğini de düşürmüştü o berbat günlerde. Bunu niçin yapmışlardı, nasıl reva görmüşlerdi?
Siz hiç sırtınızda taşıdığınız hasta arkadaşınızın hastaneye alınmayışının ne demek olduğunu bilir misiniz? Örtülüyüz diye sokmadılar bizi hastane kapısından içeri. Otobüsten indirildiniz mi, lokantadan kaldırıldınız mı hiç? Ben ve arkadaşlarım bunların hepsini yaşadık. “Örtülüler ve evcil hayvanlar giremezler” yazıları asıldı kapılara, siz bunları hatırlıyor musunuz?
Ben hiç unutmadım. Unutamıyorum. Eski defterleri açma diyenler olabilir. Ama o defteri örtecek elleri kırılmış ruhumun işte. Ben, unutmak istiyorum oysa, iyilikten güzellikten söz etmek için çaba sarfediyorum. Peki darbecilerin herhangi bir çabası var mı?
***
Zaman’dan sevgili Gülizar Baki, 28 Şubat’ı arkadaşlarımın hikayelerinden anlatmaya çalıştığım “Saklı Kitap”ta en çok tekrarladığım kelimeleri aratmış yazım programında. “Unutmak” ve “Hatırlamak” kelimeleri çıkmış bilinçaltımdan. Şu anda siyasi bir polemik gibi duran “darbelerin ve darbecilerin muhakemesi” meselesinde, beni cidden düşündüren bir durumdur bu. Bu işin devlet tarafından kotarılıp, bir an evvel halledilip, hiç olmamış hiç yaşanmamış gibi rafa kaldırıldığını farzedelim. Bu “kamusal unutma” zorunluluğu, “kişisel hatırlama”ları ne kadar bastırabilecektir?
Bir diğer konu ise affetmek ve helalleşmek bağlamında. Suna Vidinli, Merve Kavakçı’dan helallik isteyerek önemli bir iş yaptı. Sevgili arkadaşım Merve’nin Suna kardeşimizi affetmesini dilerim. Affediş unutmak değil, büyüklüğün şanındandır. Şevki Yılmaz Hoca ise umumi af’tan bahsetti. Bu da onun faziletidir, ama kimse kimsenin yerine affetme yetkisine sahip değildir... Bireysel helalleşmeyle kamusal affı karıştırmayalım. Sizin unuttuklarınızı veya affettiklerinizi başkaları acıyla hatırlayabilir. Berfo Ana hatırlaya hatırlaya öldü misal... Ya mezar başında, ya hastane kapısında, ya gözü hala gurbette olanlar var... Hukuk bu yüzden önemli.