6-7 Eylül olayları sadece İstanbul’da yaşanmadı

DP ile Menderes’i bu kara lekeden temizlemek için girişilen çabalar beyhude gayrettir; tarih, kanaatlerle yazılamaz. İstanbul, İzmir ve Ankara'da organize bir şekilde gelişen bu kara lekeyi Yunan istihbaratına yıkmak da trajikomik bir çabadır.

Mehmet Arif Demirer’in geçtiğimiz ay popüler bir tarih dergisinde yayınlanan ve  6-7 Eylül olaylarını Yunan derin devletinin komplosuna bağlayan yazısı sadece hayret uyandırıcı değildi; garipti de. Anlaşılan Demirer, yedi yıl önce yayınlanan “6 Eylül 1955-Yassıada 6-7 Eylül Davası” kitabında ortaya koyduğu görüşlerinden hayli farklı bir noktaya gelmiş; çünkü bütün olayları Yunan derin devletine bağlıyor. Oysa 440 sayfalık kitabında bu kanaatini bir tek satırla olsun açıklamamıştı! Anlaşılan geçmişi itinayla temizlemeye kalkışanlar yine faaliyette!

Londra konferansı zafer falan değildi!

Yunan derin devletinin 6 Eylül’e yol açmasına neden olan tek gelişme, Londra Konferansı’nda Türk tezlerinin çok başarılı bir şekilde savunulması ve Atina’nın pes etmesi imiş yazara göre. Zaten kitabının da ana tezi buydu. Sonuç bildirisi konferans 6 Eylül’de devam ederken iki gün sonra yani sekizinde imzalanacakmış, fakat sonuç bildirisindeki Türk zaferinden ürken Yunanlılar, 6 Eylül’ü kotarmışlar ve bunun neticesinde de konferans akamete uğramış. Yazar eğer zamanında SBF öğretim üyeleri tarafından hazırlanan “Olaylarla Türk Dış Politikası” kitabını okuma zahmetine katlansaydı; Türk kamuoyu için hazırlanan zafer tarzı haberlerin gerçeklerle hiçbir ilgisinin bulunmadığını muhtemelen hayretler içinde görecekti. Türk Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, daha 3 Eylül’de basına yaptığı açıklamada; konferansın başarılı olduğunu duyuruyordu; ne o yoksa sonuç bildirisi Türklerin istediği gibi mi yazılmıştı; yok canım bakan devam ediyordu, bir konferansın başarılı sayılması için her üç tarafın bir masa etrafında görüşlerini açıklamaları yeterliydi! Kendi ifadesiyle “bir konferansın muvaffak olabilmesi için onun bir uzlaşmaya gitmiş olması şart değildi.” Yani ortada bir sonuç bildirisi falan yoktu; bir Türk zaferi olmadığı gibi. Hiçbir konuda anlaşmaya varılamamıştı ki bir sonuç bildirisi imzalanabilsin! Zaten diyelim ki Yunan tarafı sonuç bildirisinden ürktü, o zaman da imzalamazdı, olur biterdi; her diplomatik toplantının ardından yenilen tarafın (!) zafer kazanan (!) karşısında sonuç bildirisi imzaladığını mı gördünüz şimdiye kadar? Atina da basitçe imzadan cayar ve konferans yarıda kesilirdi. 6-7 Eylül zahmetine katlanmaya ne gerek vardı ki?

Sözü edilmeyen 'önemsiz' konular

Yazar acaba Yunan propagandası mı yapıyor diye soracak olanlar varsa eğer, bir bakıma Yunan derin devletinin ne kadar becerikli olduğunu bize aktarmak zorunda. Bütün tezi buna dayanıyor çünkü. Atina, neredeyse birkaç saat içinde komployu hazırlamak ve uygulamak zorundaydı; ve bunu da başardı demeye getiriyor. Yazıda Atatürk’ün Selânik’teki evine bomba atılması suskun geçiştiriliyor; oysa yazarın bombayı atanın MAH (MİT’in eski adı) ajanı olduğunu bilmemesi herhalde imkânsız. Bu gerçek Yassıada mahkemesi duruşmalarında ortaya çıkmıştı. Yine yazar İstanbul Expres gazetesinin o gün olağan tirajının çok üzerindeki ikinci baskısının da, Mithat Perin’i kurtarmak için olacak, ısrar ve hatta tehdit üzerine gerçekleştiğini yazıyor. Bir de Perin’in MAH ile ilişkisini de gizlemek neyin nesi?

İzmir ve Ankara'yı unutuyorlar

Meğerse bütün bu olayların nedeni de Kıbrıs değilmiş, ya neymiş diye soracak olursanız, Atatürk’ün evine saldırı haberiymiş! Saldırı haberi radyoda sakin verilmiş, fakat neden bilinmez İstanbul Expres ikinci baskıdan çekinmemiş; nedenmiş bilinmez Orhan Birgit ve arkadaşları çoktan mitingi organize etmişler bile. Ve nedenmiş bilinmez olaylar, yıkım ve talan başladığında ortalıkta hiçbir güvenlik görevlisi yokmuş. Demirer, saldırganların ve talancıların işsiz güçsüz amele takımı olduğu iddiasında. Fakat o günün ve gecenin fotoğrafları bunun doğru olmadığını gösteriyor. Demirer, ayrıca Kıbrıs Türktür Cemiyeti’nin rolüne hiç dokunmuyor, tıpkı olayları sadece İstanbul’la sınırlı tutma gayreti gibi. Oysa Yunan derin devleti, bir anda hem İstanbul’da, hem İzmir’de, hem Ankara’da aynı anda koordineli bir tertibi başlatabilecek yetenekteydi demek!

İş üstünde yakalanan DP üyeleri

Yazar, nedense bilinenleri okurlarıyla paylaşmakta pek cimri davranıyor; yine nedense Yunan derin devletinin önceden gayri Müslimlerin kapılarına işaret koymuş olduğunu yazmaktan da çekinmiş! Demirer, olaylar sırasında ve sonrasında sıkıyönetimce tutuklanan pek çok DP üyesinin iş üzerinde yakalanmış olduğunun da bilmem farkında mı? Sonra yıkıma ve talana karışıp da yakalananların epey bir kısmının nedense Anadolu’nun çeşitli illerinden o gün için İstanbul’a “gezmeye gelmiş” işşiz güçsüzler olduğunun da mı farkında değil? Vallahi Yunan derin devletine pes doğrusu; bütün Türkleri bu komplonun içine çekmiş ve onları kullanmış! Yazarın derin “araştırması”ndan ortaya çıkan sonuç bu işte.

Neden KGB olmasın?

YAZAR  Yunan derin devletinin komplosu tezini ortaya atarken herhangi bir yeni kaynak ya da belge mi ileri sürüyor diye soracak olanlara verebileceğim yegane yanıt, hayır, sadece kanaatini yazıyor olacaktır. Muhtemelen soğuk savaş yıllarında olsaydık, yazar olayların ardındaki komplonun Sovyet KGB’si olduğunu yazmaktan kendisini alamayacaktı; unutmayalım, DP iktidarı olayı gerçekleştirenlerin komünistler olduğunu ileri sürmüştü! Üç NATO üyesinin arasını açmak için KGB’nin parmağı teorisi fena da olmazdı hani!  Tarih, bilgi ve kaynakla yazılır; ama hala buna direnenler var. Siyasî pozisyonların kendi tarihlerini, geçmişlerini itinayla temizlemeye kalkışmaları yeterince gülünç; fakat garip olan nokta, kendilerini ciddiye alan “derin” tarih dergilerinin bu türden yazıları yayınlamalarıdır. Anladığım kadarıyla bu türden komplo teorilerinin hala esaslı müşterisi var. Sakallı Celâl olsaydı, “keşke bir de ciddiyet ilân edilseydi” lâfını şimdi etmezdi de ne zaman ederdi diye düşünmeden edemiyorum.

OKUMA NOTLARI

6-7 Eylül’ün kamuoyuna yansıtılmasında edebiyatın ve sinemanın rolünü inkâr edemeyiz: Yılmaz Karakoyunlu’nun “Güz Sancısı” romanı 1991 yılında ilk basıldığında  hayli etkili olmuştu; bunun üzerine 2008 yılında başrolünü Beren Saat’in oynadığı filmi de çekildi. Hem roman, hem de film hayli ses getirdi. Demirer’in sözü geçen kitabı bayağı eski tarihlidir (1995) ve esas olarak Yassıada mahkemelerinin tutanaklarının yayınlanmasına dayanmaktadır; bir anlamda “Güz Sancısı”na bir yanıttır; ama diğer yandan da sadece iki yıl önce 1993 yılında yayınlanan Hulusi Dosdoğru’nun “6-7 Eylül Olayları” kitabına da yanıttır. Oysa bu kitap da sonuçta Yassıada tutanaklarının bir yansımasından ibarettir. O zamanlar için tutanakların kısmen de olsa yeniden yayınlanması önemliydi, ancak artık değil; çünkü Emine Gürsoy Naskali yakın bir zaman önce zaten tamamını yayınladı: “Yassıada Zabıtları II-6/7 Eylül Olayları Davası”. Akademik araştırmaların gelişmişliği de zikredilmelidir: Toplumsal Tarih dergisinde pek çok makale yayınlandı. Ama özellikle sona bıraktım; çünkü en önemli yayın Dr. Dilek Güven tarafından yapıldı. Yazarın Almanya’da hazırladığı doktora tezinin tercümesi olan bu yayın “Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları Bağlamında 6-7 Eylül Olayları” başlığını taşıyor. Nihayet Rifat Bali, tanıklarıyla hatıralarıyla “6-7 Eylül 1955 Olayları” kitabını da yayınladı, sadece iki yıl önce. Şimdi elimizin altında bunca araştırma ve belge varken DP iktidarının olayların içinden temize çıkarılmaya çalışılmasının ne denli imkânsız bir çaba olduğunu okuyucuya hatırlattım sadece. Olayların ilk elden fotoğraflarını merak edenler de bulunabilir; o halde o sırada sıkıyönetim savcısı olan Fahri Çoker’in “6-7 Eylül Olayları-Fotoğraflar Belgeler-Fahri Çoker Arşivi” kitabına bakılmalıdır. Hala yazdıklarımdan tatmin olmayanlar varsa, bu kitabın içindeki çok sayıda belge de onlara yardımcı olacaktır.

ÖNCE İFTİHAR, SONRA TEVİL VE İNKÂR POLİTİKASI SİZE DE TANIDIK GELMEDİ Mİ?

Fatih Güllapoğlu, 1991’de yayımlanan “Tanksız Topsuz Harekât” adlı kitabında; Özel Harp Dairesi’nde de görev yapmış emekli general Sabri Yirmibeşoğlu’nun büyük bir iftiharla, 6-7 Eylül’ü HD’nin en büyük başarısı olarak lanse etmesi karşısında şaşırdığını yazıyor; ama bence şaşırmasına gerek yoktu; çünkü 90’lar bu türden ‘başarılar’la iftihar edilebilir bir dönemdi; sonra devran değişti, sanırım bu türden başarı ifadelerinin başa bela olabileceği ve olmakta olduğu iyice anlaşıldıktan sonra bu itiraf inkâr edildi. Ama 2010 yılında! Geçen 20 yılda bu “başarılar” iftihar konuları olmaktan çıkmış, ancak dost sohbetlerinde sürdürülebilir hale gelmişti.