Acılarla yüzleşin ama tarih de okuyun

Ermeni meselesine ilişkin tavrımızın esas olarak “ruh dünyamızla” ilgili olduğunu ve bundan dolayı “inanç” temelinde şekillendiğini düşünüyorum. 1915 olayları hakkında bilgi veren kaynaklar belli. “Soykırım vardır” diyen de “yoktur” diyen de aynı kaynaklara dayanmak zorunda. Kimsenin elinde fazladan bir bilgi kaynağı yok ama herkesin fazladan bir öznel yaklaşımı var. 1915 hakkındaki kanaati buna göre belirleniyor.

Onun için konu hakkında gerçek bilgiye dayanmadan kulaktan dolma malumatla “fikir” serdeden ve baharın gelişini haber verir gibi her yılın Nisan ayında “neden acılarla yüzleşmiyoruz” edebiyatına başlayan bazı insanlara kızıp “tamam kardeşim, acılarla yüzleşin ama biraz tarih de okuyun” demek anlamsız olabilir. Ne de olsa neyi okurlarsa okusunlar “fikir”leri değişmeyecek. İkincisi, bilmeyen insan bilmediğini de bilemez. Mesela konu hakkında hepi topu iki tane propaganda yayını okumuş olan adam bu alandaki literatüre hâkim olduğu vehmine kapılarak sizi cahil yerine koyabilir.

Bir de iyi niyetli de olsalar “kesin inançlı” olduklarından inançlarının kuvvetlenmesi için ne gerekiyorsa yapmaktan çekinmeyecekler var. Mesela iddialarının doğru olduğunu inanıyorlardır ama ellerinde bunu kanıtlayacak belge yoktur. O zaman derhal bir belge imal etmekten geri durmazlar. İnsanların imanını güçlendirmek için bal peteğine Allah lafzı yazdıran gayretkeş kardeşimizden farkları yoktur “iyi niyet” bakımından. Ne var ki bunların imal ettiği belgelerin içeriği pek masum değildir. Mesela Talat Paşa telgraflarını uyduran adam kendi yazdığı o metnin içeriğinin doğruluğuna muhakkak kendisi de inanmaktadır. İnsanların onun kafasındaki “hakikat”a ulaşması için bunu yapmaktadır.

Bugünlerde bu konuları tartışan bazılarımızın malumatı maalesef bu yaklaşımla kaleme alınmış yayınlara dayanıyor. Oysa bilim namusuna sahip gerçek tarihçilerin çalışmaları okunacak olsa şunları görebilecekler: 1915’de yürürlüğe konulan Tehcir sırasında Ermeni kafilelerine yönelik gerçekleştirilen kıyımların bir devlet politikasına dayandığını ve soykırım niteliği taşıdığını söylemek haksızlık. Batı bölgelerindeki -ve Halep gibi Rus cephesinin uzağındaki bölgelerdeki- Ermenilerin Tehcir kapsamına alınmaması bile soykırım amacıyla hareket edildiği tezini çürütmeye yeterli. Tehcir devam ederken -bittikten sonra değil- meydana gelen olaylarla ilgili suçu ve ihmali olduğu düşünülen kişilerle ilgili idari ve adli işlemlerin başlatılmış olması ayrı bir realite.

Yağma ve öldürme olaylarının askeri birliklerce gerçekleştirildiği iddiasının hiçbir dayanağı yok. Teşkilat-ı Mahsusa için söylenenler de tamamen efsane. O günlerde ordunun bütün insan gücüyle cephelerde bulunduğunu unutmamak lazım. Tehcir esnasında yaşanan facialar da büyük ölçüde göç kafilelerine nezaret etmesi gereken askeri birliklerin yetersizliğinden kaynaklanmıştır. Ermenilere yönelik kıyımların özellikle Van ve Bitlis gibi doğu vilayetlerinde Taşnak çetelerinin gerçekleştirdiği katliamların intikamını almak isteyen bazı kontrol dışı aşiret unsurlarının işi olduğu bellidir.

Buna rağmen soykırım iddiaları savunulurken İttihatçılarla ilgili bir “anlatı” esas alınıyor. “Bu adamlar Türkçüydü, ülkeyi gayrı Türk unsurlardan arındırmak istiyorlardı. Dolayısıyla Ermenilere yönelik etnik bir temizliğe girişmeleri mümkündür” şeklinde bir akıl yürütme yapılıyor. Bu büyük bir haksızlık. İttihatçıların “Türkçü” olduğu önermesinden başlayarak yanlış bir akıl yürütme. İttihatçıların özellikle belirli bir dönemden itibaren ağırlık kazanan Türkçülük politikaları vardı, ama bunun bugün anladığımız anlamda bir etnik milliyetçilik olarak anlaşılması yanlıştır. Mesela Cumhuriyetten sonra Kemalizmin millet anlayışının akıl hocalığını yapacak olan Yusuf Akçura o sırada İttihatçıları yeterince Türkçü olmadığı için beğenmiyordu.

Ikincisi 1908 Devrimini gerçekleştiren İttihatçıların Ermeni örgütleriyle ilişkileri ve Ermenileri Osmanlı milletinin bir parçası olarak tutma yolundaki çabaları inkâr edilemez. Taşnakların “birlik” projesini kesin olarak reddettiği tarihlerde bile İttihatçıların kabinesinde bir Ermeni vatandaşımız Dışişleri Bakanlığı koltuğunda oturuyordu.

Bütün bu gerçekler dikkate alınmadığı zaman “Türkler bir sabah uyanıp dokuz yüzyıldır beraberce yaşadıkları Ermenileri ortadan kaldırmaya giriştiler” şeklinde bir hikâyeye inanmak zorunda kalırız.