Acımasızlık dizboyu

Fransız büyükelçiliğinden diplomat Jan meraklı bir gençti, dost canlısıydı. Biraz da İngilizcesini unutmama derdindeydi sanırım. Etrafta bir şeylerin doğru gitmediğine ilk dikkatimi çeken o oldu. Kentin her gün değişik bir semtinde bombalar patlıyordu ona göre ve hayatını kaybedenler oluyordu.

‘’Müslüman Kardeşler aktif’’ diyordu kulağımıza Jan...  

 

Esas bomba Halep’teki Askeri Akademi’de patladı. Akademi’yi basan militanlar üzerlerine ateş açtıkları öğrencilerden 20’den fazlasını öldürmüş, çok sayıda öğrenciyi de yaralamıştı. Daha önceki eylemler üzerinde koyu bir sansür uygulayan Şam yönetimi, Halep’teki olayı örtbas etmek yerine, topyekün bir savaşa dönüştürme çabasına girdi.

Vakit namazlarına katılanların sayısı azalmaya, cuma namazlarında görmeye alışık olduğum sakallı gençler ortadan kaybolmaya başladı.

Gençlerin rejim tarafından ‘İhvan’ diye damgalanmamak için sakallarını budadıklarını, bazılarının da camilerden ayaklarını kestiklerini sonradan keşfedecektim. Pek çok genç de gerçekten ortadan kaybolmuş, kaybedilmişti.

Yıllar sonra, Özal’ın başbakanlığı döneminde Şam’a gidildiğinde, ‘’Nerede?’’ diye soruşturduğum eski bir dostumun, bir gece ansızın evinden alınarak meçhul bir yere götürüldüğünü ve kendisinden uzun bir süre haber alamayan babası Abdülhakim el-Müneyyer’in üzüntüden öldüğünü öğrenecektim.

O sıralar Yeni Devir gazetesine katkıda bulunuyordum; ‘A. Akıncı’ imzasıyla ve ‘Şam Mektubu’başlığı altında bu gelişmeleri de yazıyordum. Korka korka... Elle yazdıklarımı zarf içine koyup mektup şeklinde gazeteye gönderiyordum. Başka bir yerde posta kutusu bulunmadığı için kent merkezindeki postaneden...

 

Her yazıyı postanedeki kutuya bırakırken yakalanma korkusu yaşadığımı bugün gibi hatırlıyorum. Başıma bir şey gelebilir endişesiyle, ‘Şam Mektubu’ genel başlığı altında çıkan yazıların bana ait olduğunu büyükelçilikteki diplomatlara da duyurmuştum.

Bana bir şey olmadı, ama Emevi Camii’nin başimamı Abdülhakim el-Müneyyer hocaya bir şeyler oldu.

Abdülhakim el-Müneyyer efsane bir isimdi ülkede... Klasik medrese eğitimi görmüş, Fransız işgali sırasında işgal yönetimine karşı mücadele verenlerin ön safında yer almıştı. Herkes üzerinde saygı uyandıran bir şahsiyetti. Çok geç yaşta evlenebilmişti ve hayli yaşlı olduğu halde hepsi yetişme çağında yarım düzine çocuğu vardı.

Çocuklarından ‘Ebu Abdüh’ lâkaplı olanıyla yakın arkadaştım.

Hoca kapımı çaldı bir gün ve evine kadar refakat etmemi istedi. Tuhaf bir durumdu. Kendisini bildi bileli beş vakit namazını camide kılmakla övünen Hoca, ‘hasta’ olduğunu söyleyerek gündüz vakti evine gidiyordu. Taksiye binmek yerine benim koluma giriyor ve her üç beş adımda bir durup etraftaki esnafın duyacağı şekilde ‘’Hastayım’’ demeyi ihmal etmiyordu...

Evine kapanan hoca beş gün yataktan kalkmadı.

Sebebini akşam televizyon haberlerinden çıkartacaktım. Halep’teki Askeri Akademi’ye saldırı sonrasında karşı atağa kalkan Baas yönetimi, ülkenin saygın dinadamlarını teker teker ekrana sürüp hem eylemi lânetlemelerini sağlıyor, hem de Baas Partisi’ne bağlılık bildirmelerini istiyordu.

Aldülhakim Hoca’nın kanlı eylemi kınamada bir sorunu yoktu, ama Baas rejimine bağlılık sunmak... Kolayından yapabileceği bir iş görünmüyordu gözüne... O da çareyi hastalanmaktave eve kapanmakta bulmuştu.

Dördüncü akşam, haberlerde, solgun benziyle yatağından kalkmadan konuşan Abdülhakim el-Müneyyer’i dinleyecektim. Halep eylemini şiddetle kınıyor, en sonunda da kısık sesle Baas’a bağlılığını sunuyordu.

Çarnâçar ertesi gün Emevi Camii’ndeki görevine geldi yaşlı hoca... Gözüme iyice kocamış göründüğünü söyleyebilirim.

Halep’teki kanlı olayı takiben kentin hayatının olağanüstü değiştiğini dün gibi hatırlıyorum.

Kafası farklı çalışan Fransız Jan, işler iyice zıvanadan çıktıktan sonra ve ‘’Aramızda kalsın’’ tembihiyle, Halep’teki kanlı olayın karanlık bir iş olduğunu bu defa kulağımıza fısıldayacaktı.

‘Suriye’ dendiğinde benim gözümün önüne bunlar geliyor.