Arap uyanışı ve Türkiye’nin paradigması

Arap uyanışı; İslam’ın harfi harfine, muhafazakar bir yorumunu referans alan kral ve hükümetlerin petrol monarşilerine henüz nüfuz etmiş değil. Ayaklanmanın bastırılmasına Batı’nın sessiz bir suç ortaklığı ile seyirci kaldığı Bahreyn, buna mükemmel bir örnek. Daha iyi bir örnek, sınırlı siyasal ve medya serbestisine (el-Cezire) sahip olmalarına rağmen, rejimleri hava geçirmez şekilde mühürlenmiş olan Suudi Arabistan ve Katar. Sınırsız finansal kapasitelerine rağmen bu rejimler sınırlanmış özgürlüklerden, sınırlı demokratikleşmeye, kadınların statülerinin kasten düzeltilmemesinden kalıcı, geri kalmış eğitim modellerine kadar birçok yetersizliğe sahip.

Bunların birçoğunu Müslümanların çoğunlukta olduğu tüm ülkeler için söylemek mümkün. Yakın tarihe hızlıca bakıldığında, İslami organizasyon ve partilerin karşılaştıkları en büyük zorluğun muhalefette kalmak, yetki kullanmaları olduğu sonucuna varılıyor. İster İran, Sudan, Somali ve hatta Filistin’de egemen parti olarak, ister Cezayir ve Fas’ta olduğu gibi iktidarı paylaşırken, İslami organizasyon ve partiler sıklıkla kendilerinden ödün verdikleri veya en azından muhalefetteyken benimsedikleri prensiplerle tutarsızlık oldukları izlenimi veriyorlar.

***

Organizasyonun farklı akımlarını birleştiren öğe, vizyonlarının gücünden çok rejime muhalefet ediyor oluşlarıydı. Gelecekteki olasılıklar, demokratikleşme ve uluslararası ittifaklar konusunda uzun zamandır beklenen ve hayati önem taşıyan tartışma hala çok uzak. Tıpkı laikler gibi muhafazakarlar ve İslamcılar da özeleştiriden kaçarak, kendilerini boş, zaman aşımına uğramış ve üretken olmayan bir paradigmaya hapsediyorlar. Türkiye örneği konusundaki tartışma bile kutuplaşmış durumda: Türkler İslamcı olarak nitelendirilebilir mi, yoksa İslamcı-sonrası dönem başladı mı? Türkiye bir demokrasi örneği mi, yoksa demokrasi amaçlı İslamcı bir projenin örneği mi? Böyle ifade edildiğinde soru asıl meseleye değinmiyor. Elbette Başbakan Erdoğan Türkiye’nin İslamcı hareketinden geliyor, ama en ilgi çekici olan, hükümetinin pragmatik birçok yönlü reform politikasıyla laikler ve İslamcılar arasındaki faydasız rekabetin üstesinden gelme yönündeki kararlılığı. Eski dışişleri bakanı ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, enerjik ve becerikli Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu (“komşularla sıfır sorun” politikasının mimarı) ve bütün olarak hükümet, analiz edilmesi ve eleştirilmesi gereken çok boyutlu bir politika uyguluyorlar.

Ülkede yolsuzluk ve adam kayırmacılığa karşı süregelen savaş, askerin imtiyazlarının azaltılması; dış ilişkilerde küresel Güney’e gittikçe daha da fazla yönelmek; Avrupa Birliği olası bir entegrasyon konusunda tereddüt ederken; Çin, Hindistan, Brezilya ve Güney Amerika ile ticareti güçlendirmek; Ortadoğu’da İran’la ilgili bir arabulucu gibi davranıp İsrail’e karşı sağlam, eleştirel bir duruşu benimsemek ve böylelikle uluslararası Müslüman kamuoyunun takdirini kazanmak... Bunlar Türkiye’yi, Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Asya’daki çoğunluğu Müslüman olan toplumlar için bir model yapan öğeler. Türkiye şu anda dünyanın on yedinci ekonomik gücü; büyüme hızı, Dünya Bankası’na göre 2010’da %8.1 ile Avrupa’nın en güçlüsü. Rollerin değişmesiyle artık Avrupa Birliği Türkiye’ye, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne duyduğundan daha fazla ihtiyaç duyabilir.  

Hatırlanmalıdır ki Türkiye, Arap isyanları konusunda açık, güçlü bir tutum sergiledi, bazen de daha tedbirli davrandı; Suriye konusunda pozisyonunu açıkça belli etmeye başlamadan önce yedi ay beklediği gibi. Türkiye başbakanı Tunus halkını ilk öven, Mısır’ın başkanına görevini bırakması için çağrıda bulunan ve Libya direniş hareketine destek verenlerdendi. Kendisini Başar Esad’ın baskıcı rejiminden uzaklaştırması biraz zaman aldıysa da hükümeti, Suriye muhaliflerini konuk etme ve Türk topraklarında direnişi organize etmelerine izin vermekte hızlı davrandı. Çoğunluğu Tunus ve Mısır’dan gelen genç Arap aktivistler için politika, yönetim, din etiği ve benzeri konularda eğitim toplantıları düzenlenmesi için imkan yarattı.

***

Bugünkü Türk hükümetinin hırsları ve geniş çaptaki aktivizmi, amaç ve stratejileri konusunda çok daha detaylı bir analiz gerektiriyor. Acaba Türkiye, müstakbel Arap demokrasilerinin takip etmeleri gereken o yolu mu temsil ediyor? Şüphesiz Türkiye yolsuzluğa karşı bir savaş sürdürüyor ve eğitim politikalarını yeniliyor; fakat peki ya kapitalist ekonomisinin geleceği? Şu soru sorulmalı: Ülkenin ekonomik politikası açıkça üretim yanlısı amaçlarla mı sınırlı, yoksa Türkiye yönetimi etik olarak sürdürülebilir bir alternatif sunmak için ileri gitmeden önce ekonomiye istikrar kazandırmak için mi çalışıyor? Günümüz Türkiye’si tarihine ve geleneklerine bağlı kaldı mı; ruhunu, özgünlüğünü ve kültürel yaratıcılığını korumakta başarılı oluyor mu? Kendini tamamen ve görünüşte başarılı bir şekilde küresel ekonomik düzene, baskın küresel kültüre entegre etmekten ve süregelen üretim yanlısı mantığı kabullenmekten daha fazlasını elde etti mi? Güçlü ekonomik büyümeye ve yeni bir uluslararası ilişkiler stratejisine bağlılığı ileriye atılmış bir adımı, amaca giden bir yöntemi mi temsil ediyor, yoksa amacın kendisini mi? İster olumlu ister eleştirel olsun, Türkiye modeliyle ilgili herhangi bir tartışmanın merkezinde yatan meseleler bunlar. Aynı meseleler Arap uyanışının geleceği konusunda ve Arap toplumlarının yeni yollar, yeni soru sorma yöntemleri, sivil toplumun gelişim yolunu çizmek için yeni yollar keşfetme ve uluslararası ilişkilerde yeni bir paradigma yaratma kapasiteleri konusunda da son derece büyük öneme sahip. İnanıyorum ki Türkiye modeli, amaçtan çok bir araç olarak görülmeli.

Bu yazı STAR Gazetesi için kaleme alınmıştır.