Başbakan, Mimar Sinan’ını mı arıyor?

Çamlıca’daki cami tartışması, Karadeniz’deki sel faciası ile çakışınca, siyaset ve mimari ilişkisi yeniden gündeme geldi. Mimari sadece uzmanlara has dar çevre/seçkin masa kurallarına hapsolamayacak kadar güncel.

Bir yandan her ne kadar devasa kutulara benzetrek eleştirsek de TOKİ aracılığıyla gerçekleşen, sosyal konut atılımıyla onarılarak dar gelirlilerin umudu haline dönüşmüş yeni yaşama alanlarıyla mimaride sosyal adalet fikri perçinlendi... Bir yandansa adeta şehre yeni bir yüz naklini andıran sonuçlarıyla yaşadığımız “mutenelaştırma” sistematiğine tabiyiz... Sosyal adalet, refahın paylaşılması ve insanca yaşam hakkı gibi yıllardır söyleyegeldiğimiz laflar, yoksa ruh yoksunu bir mimariye mi hapsolduk paradoksuyla içiçe büyüyor...

Ve derken, silüet! Yani şehre dair kılık kıyafet ve şehrin asırlık birikimiyle varettiği o panoramanın aslında şehrin ruhu olduğunu farkediş... Aniden maruz kalınan çimdikler gibi uykumuzu bozan gökdelenler, gökkafesler, 9/16’lar... İstanbul’un gömleğini sırtından yırtan bu akıl almaz tutkuyu nereye koyacağız?

Çamlıca’ya yapılacak camiyle tüm bunların ne ilgisi var? Şehir mimarisinde sosyal adalet, refah, kimlik, temsil, simge ve görkem gibi kelimler birer aralıksız alabora gibi yanyana söyleniyorsa... Bu uğultunun ana eksenindeki modernite ile gelenek hesaplaşmasından elbette Çamlıca’daki cami projesi de payını alacaktır. Ve ne gariptir ki tartıştığımız herşeyde olduğu gibi bu mevzu da içkin tüm sorunsallarından kopup, siyaset ve güç potasında çalkalanacaktır... Türkiye’deki diğer herşey gibi, bu tartışma da siyasidir.

***

Gaston Bachelard, mekanın poetikasını konuşmaya “ev”in varoluşsal anlamından başlar, kökleri düşünmeye davet eder bizi. Düşünüre göre mekan; varoluşun bir imkanı olarak, “burada” ve “buralı” oluşumuzun anlamını kurar. Mimari, insani ve toplumsal ihtiyaçlarımızın yanısıra hatta öncesinde, hayatın anlamı, mana merhalelerimiz mahiyetindedir. İlkin korunmak ve güvenlik insiyaklarıyla istiflenen mimari temel, ardından yalnızlıktan kurtuluş, sonrasındaysa görkem basamaklarıyla yükselir yavaş yavaş. Ve göğe doğru...

Ehramlardan çatıyave nihayet kuleye ve kubbeye doğru gidişte, mağaradaki ilk yalnızlığımızdan gökdelendeki son yalnızlığımıza geçen evrede mimari; sanki hayati refleks ve ihtiyaç olmaktan çıkmış, başarı, iftihar, görkem kriteri halini almıştır. Medeniyet dediğimiz şey böyle bir alaşımdır zaten, kurarken kuruluruz, yaparken yapılırız içinde... Hacı Bayram Veli’nin dediği gibidir: “Ben bir ulu Şara vardım / Ol şarı yapılır buldum / Ben dahi yapıldım/ Taş-ı toprak arasında”...

***

Başbakan, Mimar Sinan’ını mı arıyor” sorusu çokça sorulmaya başlandı son zamanlarda.  Mimar Sinan’ı var eden koşullara götürüyor bu tahrik edici soru. Doğan Kuban’ın  “Sinan’ın Sanatı ve Selimiye” adlı eserine bakarak cevaplayabiliriz belki:”1-Eğer Anadolu-Türk kültüründe diğer İslam ülkelerinden kesinlikle ayrılan kubbeli merkezi planlı yapıya doğru bir gelişme olmasaydı, 2-Anadolu-Türk mimarisi sadece Orta Asyalı veya İslami değil, ondan daha geniş Akdeniz’le buluşan Asya temeline oturmasaydı, 3-Fatih kendini Roma sezarlarının halefi gibi düşünmeseydi, 4-Osmanlı Devleti’nin Avrupa’nın merkezini ele geçirmeye uğraşan bir politikası olmasaydı, Sinan’ın yetişme ortamı herhalde çok başka olacaktı...

 

Belki ilk okuyuşta otoriter gelecektir ama Kuban’ın ifadesiyle Sinan’ı Sinan yapan şey, Osmanlı siyaseti ve bu siyasetin kurduğu medeniyet algısıdır...

Tayyip Erdoğan siyasetinin medeni cephesini kritik ederken, zorunlu olarak bakacağımız mimari, hepimiz için sınav anlamında. TOKİ, gökdelenler, AVM’ler, bilgi evleri kadar camileri, çeşmeleri, güvercin evlerini, sadaka taşlarını sormak, herhalde “radikal” kılmayacaktır soranlarını...