Bazen kaçmak ister insan

Haziran kalbe düşen yangınlarla yürüyor. Cezaevlerinin üzerindeki duman henüz kalkmadan şehitlerimizin cenazeleriyle sarsıldık. Allah rahmet etsin ve kalplere sekinet indirsin. Dua pek çok kişiye naif, güçsüz, çaresizlere has bir işmiş gibi gelse de, insanın dualara kaçası geliyor.

Başbakanımızın Türkçe Olimpiyatlarında gönüllere tercüman olan çağrısı, her kesimden büyük destek aldı. Allah bin kere razı olsun, Hz. Mevlana gibi; “gel” dedi davetinde. Dönüşse bilinmeyen bir tarihe tehir edilmiş gözüküyor. Takdir; Hz.Şems’in menkıbesindeki gibi,”sır”rı işaret etmişe benziyor.

Gazetelerde süren tartışmaları politik bir yeknasaklık, seküler bir kısıtlılık üzerinden okumaksa, dünyalık ezbere mahkumiyetimizi bir kez daha perçinliyor. Hem Hocaefendi’yi politik anlamda ilzam eden “tatmin olmadık” içerikli sorgu dili... Hem de bu sorgu dili karşısında geliştirilen, “emniyet tezli savunmalar”... Bizi maddeye tutuklu bir perspektife raptediyor. Sizce de işin ruh hali kısmından sarfınazar etmiyor muyuz? Hesaplaşma üzerinden kurulan bu dil, hepimizi tekil ve hiyerarşik bir zemine yapıştırıyor, sanki hayat sırf politikadan, güç paylaşımından ibaretmiş gibi, kuru bir söylem yarışına tutulduğumuzu farkında mıyız? Bunun elbette Türkiye’nin demokratikleşme macerasıyla, hepimizi de harekete geçirmiş genel süreçle alakası var, siyaset hepimiz için çok önemlidir... Fakat bunun bizi topyekun dünyevileşmeye yöneltmesine, seküler bölünmeye maruz bırakmasına da teslim olamayız...

***

Fethullah Gülen Hocaefendi gönüllülük esasına dayalı hizmet yolu içtihadıyla sadece ülkemizde değil, tüm dünyada tanınıyor. Ama bu cümle bile dışarlıklıdır. İçi, batını, ruhu, maddi olmayanı es geçen, lineer bir bakıştır. Hocaefendi’nin şüpheler, yabancılaşmalar, derin yalnızlıklar ve umutsuzluklar çağının yıkıntıları üzerinden yaptığı ruhani çağrı, onun etrafında harelenmiş değişik sivil örgütlenmelerden daha az önemli değildir oysa. Gülen’in düşünsel çağrısı; maddiyat karşısında maneviyatı, bedenden ibaret olmayan hayatı ve ruhu, bize yeniden hatırlatıyor. İkramı, hibe etmeyi, Allah rızası için vazgeçmeyi, bağışlamayı, bağışlanmayı, velayeti, fedakarlığı, ebrarı (katışıksız iyilik) güncelliyor fısıltıları. Zor ve sabır isteyen bir yol. Nefsini kurban ediş, hayra ve iyiliğe heba oluşu tercih... Sorgu ve savunma ikileminin atladığı bu devasa tasavvura haksızlık ettiğimizi düşününce, benim kalbim yoruluyor. Geceleri gündüzlere ekleyerek tüm insanlık için istiğrak halinde dua eden bir Allah Dostundan bahsediyoruz oysa.

Ve o, elimizden kaçıyor. Çocuklar gibi birbirimizle atışıp dururken, o, buharlaşıp sıyrılıyor aradan. Gelmiyor, dönmüyor, gidiyor, kaçınıyor. Acizane, onun mahcup halde hepimizden kaçınması bana Ashab-ı Kehf’in mağaralarına geri dönüşlerini anımsatıyor... Hz. Şems’in sevilme sınavından harab olarak, terk-i diyar eyleyişini, sırra kadem basmasını hatırlatıyor... Hz. İsa Efendimizin (as) Annesi ve Mecdeli Meryem’e ağlamamalarını rica ederek, son vedasında söylediği sözler geliyor aklıma: “noli me tangere” (bana dokunmayın ve ne olur beni bırakın)... Hz. Yesevi de 63 yaşından sonrasını kendisini kabre kapayarak yaşamıştı diye anlatırlar.

Bilimsel düşünce dediğimiz disipliner perspektifin açıklayamayacağı hallerdir bunlar. Kimseyi tatmin etmek için yapılmadıkları gibi, tatmin savunmaları da bu halleri tam olarak açıklayamaz. Bu, aşktır belki, ışık gibi kütlesiz. Aşıklar, titreyiş üzredir, kaçışırlar. Kader onları kalabalıklara, insanlar arasında hizmete, vazifeye gayreylemiş olsa bile, onlar menfi müspet her dünyalık dokunuşu, En Sevgili’den gurbet bilip, bir an evvel yola revan olmayı dilerler.

Başbakanımız da bu durumu, hikmet ve zarafetle, “takdir” olarak değerlendirdi zaten. Hepimiz bazen firar etmek, kaçınmak isteriz...

..O halde Allah’a kaçın” (zariyat 50)”