Bir endîşeli: Ben!

Önasya’daki Yeni Oyun” başlıklı ve 15 Temmuz târihli yazımda bölgemiz sınırlarının yeniden çizilmesi durumuna değinmişdim. Gelişmeler, diğerleri meyânında Arab Yarımadası’nda (DA!) Birinci Cihan Harbi (1914-18) sonrası İngiltere ve bir dereceye kadar Fransa tarafından masa başında cedvel ve kalemle çekilen uyduruk, sun’î sınırların artık “ihtiyâca” (!) cevab vermediğini ve yeni bir “düzenlemeye” (!) gerek duyulduğuna delâlet ediyor. Hâlihazırdaki sınırlar, Büyük Britanya ve bir dereceye kadar Fransa’nın Ortadoğu’da hâkimiyet sağlayarak buradaki devâsâ petrol ve doğalgaz ve altın kaynaklarına sâhib çıkması amacına yönelikdi ki bunlara daha sonra uranyum da eklenmişdir. Diğer bir dizi mâdenle bu liste uzatılabilir ama ben en önemlilerini zikretmekle yetiniyorum. Ayrıca bölgenin “koloni” (Beyaz Adam’ın yerleşim bölgesi) adı altında “anavatan” (!) adı verilen işgâlci devletin parçası hâline getirilmesi, birer pazar olarak buralarının birer kere daha sömürülmesi imkânını sağlıyordu.

Misâl:

Varili (159,1 litrelik fıçısı) nakliye dâhil 5 Sterline (İngiliz Lirasına) mâledilerek İngiltere’ye getirilen petrol, daha önce nisbeten düşük fiyata İngiliz otomobilleriyle doldurulmuş olan “koloni” piyasasına, meselâ Suûdî Arabistan’a, benzine çevrilmiş olarak varili 120 Sterlinden geri satılıyordu.

Bu arada yoğun bir beyin yıkama ameliyesiyle Osmanlının Arabları yüzyıllar boyu nasıl sömürdüğü “bilgisi” Arab aydınlarının zihnine “îtina” ile nakşediliyordu.

Oysa koloni sömürme kavramı Osmanlı İmparatorluğu’nun “bünyesinde” olmayan bir unsurdu, çünki Osmanlıda “koloni” ve “anavatan” kavramları yokdu. Sâdece “vatan” vardı ve vatan Devlet-i Aliyye’nin bayrak dikdiği her yerdi.

O sebebdendir ki 160 sene, mütemâdiyen açık veren Budin (Macaristan) Beğlerbeğiliği bütçesi, devamlı fazla veren Mısır bütçesinden aktarma yapılarak denkleştirilmişdir.

Bunu sırf, Osmanlı İmparatorluğu ile Batı modeli imparatorluklar arasındaki karakter farkını belirtmek için ekledim.

İngiltere ve Fransa’nın Arab bilincine ustalıkla yerleştirdiği “Türk düşmanlığı” fikri ancak yeni yeni azalmaya yüz tutmuşdur.

Asıl konumuza dönecek olursak, 1918’den sonra Mustafa Kemâl Paşa önderliğindeki ölüm-dirim savaşı kazanılmamış olsaydı bugün Türkiye denilen ülke de, Orta Anadolu’daki on oniki kadar vilâyetden teşekkül eden kısıtlı bağımsız bir toprak parçasından ibâret kalacak ve muhtemelen o bile İkinci Dünyâ Savaşı’nda darmadağın edilecekdi.

Onun için kendi sınırlarımız da aslında pek öyle “tabii” değildir. Lausanne’da tutturabildiğimizi koparmışızdır o kadar.

Fakat Türk Hâriciyesi, ferâset göstererek yaklaşık 90 sene bölge sınırları üzerinde artık oynanılmaması siyâsetini izlemişdir.

Oysa görünen o ki bu “düzen” artık başda Amerika olmak üzere Batılı dostlarımıza kâfî gelmemekdedir. İstisnâsız bütün Arab ülkelerinde arkadan yetişerek tedrîcen yönetim kademelerine geçmeğe başlayan genç ve ateşli milliyetçi nesiller kâğıt üzerinde değil gerçekden bağımsızlık ve egemenlik taleb ediyorlar.

Bu durumda yapılacak iki şey kalıyor:

Ya bu isteğe boyun eğeceksiniz ya da isteyenleri öyle bir kündeye getireceksiniz ki daha bir 30/35 yıl bellerini doğrultamasınlar!

Bu arada Türkiye’nin sırtına binecek yükleri ise düşünmek bile istemiyorum!

Ondan sonra petrol ve doğalgaz zâten bitmese dahî önemini yitirecek.

Ben Batılı dostlarımızın birinci şıkka îtibâr edeceklerini sanmıyorum.

Onun için de endîşeliyim.