Biz değişmeden olmaz

Ülkemizde Arap Baharı’nı, Suriye iç savaşını ve bölgede yaşanan diğer gelişmeleri tamamen Batılı devletlerin bir oyunu olarak görenlerin sayısı bir hayli fazla. Bazılarına göre Türkiye de Suriyeli muhalifleri destekleyerek Batı’nın, hatta İsrail’in oyununa geldi.

Arap Baharı denen ayaklanmalar başladığında ben de yaşananların sadece lokal dinamiklerle anlaşılamayacağını, ABD’nin ayaklanmalara müsaade ettiğini, hatta bazı yerlerde destek verdiğini ifade etmiştim. Bana göre Arap Baharı artık yaşaması imkânsız rejimlerin bir yönüyle ‘kontrollü’ bir şekilde patlatılması operasyonuydu. Elbette ABD ve genel olarak Batı yaşananlara tamamen hâkim değildi. Hatta bazı ülkelerde onların tahminlerinin ötesinde gelişmeler yaşanıyordu. Ancak akla hürmet eden ülkeler için sürpriz diye bir şey yoktur. Süreç içinde kendinizi toparlarsınız ve aleyhinize cereyan eden gelişmeleri etkilemeye, manipüle etmeye, hatta yönetmeye başlarsınız.

Başka bir deyişle Ortadoğu’da herkes kendi çıkarını koruyor. Bunda garipsenecek bir durum yok. Garip olan Müslüman ülkelerin anakronik, yani zamana uyumsuz halleridir.

***

 

Tamam, ben de kabul ediyorum ABD’nin Irak’ı işgali tam bir felaketti. Yüzbinlerce insan bu işgalde hayatını kaybetti. Fakat ABD’nin işgal ettiği Saddam Hüseyin Irak’ının savunulabilecek bir yanı var mıydı? Yüzbinlerce insanın ölmesi elbette kabul edilemez bir durum, peki 20 milyondan fazla Iraklı’nın aşağılanarak, kişilikleri ezilerek, insan onuruna yakışmayacak bir şekilde yaşamaları hak mıydı? Saddam Hüseyin ve ailesinin zorbalığı, edepsizliği, mezhepçiliği ve daha birçok utanç verici hareketleri karşısında suskun yaşamak mı daha iyidir, yoksa bugünün Irak’ında kaos içinde yaşamak mı?

Ya Suriye’de Esad ailesinin 1970’den bu yana estirdiği insanlık dışı ‘yönetim’e ne demeli? Ensesinden vurulan çocuklar, evleri yakılan insanlar, sırf mezhebi veya oturduğu mahalle nedeniyle havadan bombalananlar... Bu zulmün ABD veya İsrail zulmünden farkı nedir?

Bu bağlamda İslam dünyasının kendine gelmesi şart. Çünkü böylesine bir cehalet, böylesine bir sefalet, böylesine adaletsiz bir gelir dağılımı ve böylesine köleleştirerek yönetme anlayışı her türlü müdahaleyi davet eder. Böylesine rezil bir tablo her türlü felaketi kendisine çeker.

***

 

Bu noktada sözü dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün Müslüman ülke liderlerine yaptığı 2003 Tahran konuşmasındaki bilgece cümlelere bırakmak istiyorum, çünkü daha fazla söze gerek bırakmıyor:

“Hesap vermenin, şeffaflığın ve iyi yönetimin hâkim olduğu, temel hak ve özgürlüklerin, kadın-erkek eşitliğinin yüceltildiği, slogan ve kör söylemlere yer olmayan bir vizyona sahip olmalıyız. Kısaca önce evimize çekidüzen vermeliyiz... Akılcılıktan güç almalıyız. İşe cehalet ve yolsuzluğu ortadan kaldırarak, insani ve maddi kaynakların heba edilmesinin önüne geçerek başlamalıyız. Şiddetin arkasındaki nedenlerin üzerine gitmeli, daha yüksek yaşam standartları sağlamalı, gelir dağılımındaki dengesizliği giderip, köy-kent ayırımını ortadan kaldırmalıyız...

Sistemimizdeki siyasal katılımı teşvik etmeliyiz. Çerçevesini çizdiğim bu yolda anlamlı adımlar atılırsa Müslüman ülkeler toplumunun çağdaş ve barışçı mesajları ancak böyle yankı bulur.”

 

Gül daha ne desin, eğer ‘evinizi düzene koymazsanız, halkın arzularını dikkate almazsanız, akılcı davranmazsanız, katılımcı olmazsanız, şiddetin arkasındaki nedenlerin üzerine gitmezseniz başınız felaketten kurtulmaz’ diyor. Daha ne desin!..