Boş konuşuyorsun, boş!

Müthiş hoşgörülü olduğum, derimin kalınlaştığını düşündüğüm ya da kendimi “ayrıcalıklı” bir konumda gördüğüm için değil, cebelleşecek enerjiyi bulamadığım için susuyorum ve bazı şeyleri sineye çekiyorum.

Hem, artık yaşlı biri sayılırım.

Eskimeye yüz tuttukça, tolerans katsayısı da artıyor.

Bazı şeyleri görmüyorum, duymuyorum ya da “istikrahla” geçiştiriyorum.

Faraza, Leman dergisinin kapağı...

Mizahın, tam da “seçkinlerin” ve “üstün sınıfların” dışlayıcı tavrına yönelmiş bir dil olması gerekirken, bir “seçkinci hayat savunusu” olarak ortaya çıkması, insanda sadece istikrah duygularına yol açıyor... Başka da bir etki yapmıyor... “Ha, demek ki böyle görüyorlar. Baksalardı, bakabilselerdi, gördükleri şey bu olmazdı” deyip, geçiyoruz.

Leman’ın problemli bir mizah diline sahip olduğunu çok yazdım.

Karşılığında, hoş olmayan ve terbiye sınırlarını hayli zorlayan cevaplar aldım. Beni, “Sivas’ı yakan karanlık el”, “gecekondu direnişinden rahatsız olan vicdansız adam” olmakla suçladılar.

Ne diyebilirdim?

Muhatabı olmadığım bu suçlamalara karşı ne söyleyebilirdim?

Birçoğunu tanıdığım, çizgilerine bayıldığım, bazılarıyla komşuluk yaptığım “arkadaşların” incinmesini istemediğim için de, söylenenleri sineye çektim.

Sivas’ı yakan “karanlık el”e en şedit tepkiyi kimin gösterdiğini merak etselerdi, 1993 arşivlerini karıştırırlardı. Ya da “hukukumuz” çerçevesinde sorarlardı: “1993’ün ufunetinde ne yazdın?” 

 

Ben de durumumu ibraz ederdim.

Hele, iş gecekondu meselesine gelince, sapır sapır dökülürlerdi.

Kendileri “gecekondu gerçeğini”, ezkaza Beyoğlu’na ve İstiklal Caddesi’ne düşmüş “gecekondulu”dan tanıyorlardı... Zontalar, magandalar, Kozzi’ler buradan türemiştir...

Ben gecekondudan geliyorum.

Bir tarafımla hâlâ gecekonduluyum ve Ahmet Altan gibiler tarafından belki de bu yüzden operaya yakıştırılamıyorum.

Leman dergisinin, oysa, bazı şeyleri ötekine yakıştıramayan bu dille, bu seçkinci tavırla niza halinde olması ve ödeşmesi gerekirdi. Yani, “çirkin bir alaycılığı temellük etmiş” Ahmet Altan’ın değil, alaya konu edilen sınıfların yanında durması gerekirdi.

Bir şey daha:

Leman’ın “malum” kapağıyla ilgili olarak Salih Tuna, geçen hafta şunları yazdı: “Derginin genel yayın yönetmeni Tuncay Akgün’ü aradım. Yaklaşımımı ve durduğum yeri hülasa edince hayıflandı; ‘yanlış oldu’ falan dedi. Ben de o kadar mühim olmadığını, herkesin sustuğu bir dönemde ‘Filistin Özel Sayısı’ çıkarabilecek kadar onurlu bir tavır ortaya koyan Leman’ın bendeki kredisinin tükenmeyeceğini söyledim. Görüşmek üzere ayrıldık.”

Benim açımdan da böyle olduğunu belirtmeye gerek var mı?

Ben sadece Filistin’den değil, bir “hatır”dan da bakıyorum.

Nihat Genç’in coşkulu, öfkeli, her an patlamaya hazır celil öğretmen tavrı; Tuncay Akgün’ün sessiz, mesafeli ama aynı oranda “dayanışmacı ve özverili” arkadaşlığı; Mehmet Çağçağ’ın sadece sempatiyle bakabileceğiniz sinik alaycılığı; sivil Cumhurbaşkanı adayımız Lütfü Oflaz’ın “müşfik ağabeyliği”; içilen çay- lar ve sigaralar, edilen muhabbetler oluşturuyor bu hatırı...

Farklı barikatlara savrulsak da, bu durum değişmez ve Leman’ın kredisi tükenmez.

HAMİŞ:

Önce başlığı attım, sonra yazıyı yazmaya koyuldum. “Arada sırada boş konuşma hakkımızın da olabileceğini, olması gerektiğini” yazacaktım. Olmadı. Böyle kalsın.