Bu Sünni iktidar ancak bir darbeyle akıllanır

Dünya için en büyük “tehlike” neymiş, biliyor musunuz?

Sünnilikmiş.

Bu sinsi sinsi yerleşen tehlike, sadece dünyanın değil, bir süre sonra bizim de baş ağrımız olacakmış. Ki, zaten bir “Sünni erkek yönetim modeli” olarak ortaya çıkan AK Parti iktidarı, içkiyi yasaklayarak, güzelim Çamlıca’ya cami yapmak isteyerek, “İlle de operaya mescit isterim” diye tutturarak, bize ne cins bir gelecek vaat ettiğinin ipuçlarını veriyormuş.

Esasında, Beşar Esed’in bu kadar tutunmasının, Suriye’de doğru dürüst bir demokrasi kurulamamış olmasının altında da, sinsi sinsi yayılma istidadı gösteren Sünnilik varmış.

Esed, çünkü, Suriye’de rahat nefes almasını, sinsi bir muhasara mantığıyla ilerleyen üç Sünni ülkeye borçluymuş.

Bu Sünni ülkeleri sıralayalım:

Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye.

Bu üç ülke de Esed düşmanıymış ve Baas rejiminin yıkılmasını arzuluyormuş.

Fakat, dünya bu üç ülkeye inanmıyormuş.

Niye?

Çünkü dünyanın geri kalanı, bu üç ülkenin “Esed karşıtlığını” Sünniliğe bağlıyormuş ve Esed’i yıkmak isteyenlerin amacının “demokrasi” değil, “Sünniliği yaymak” olduğuna inanıyormuş. Esed’in yıkılmasını bu nedenle ağırdan alıyormuş. Çünkü, Ortadoğu’da bir Sünnileşme hareketi ve radikal bir mezhepçiliğin yaygınlaşması, Esed yönetiminden daha tehlikeli görülüyormuş.

Bu ne?

Bu bir dış politika analizi...

Diyeceksiniz ki, “Madem bütün mesele Sünni yayılmacılığıdır, Suriye de Şii kuşağına oynamadı mı? Esed İran’ın, Hizbullah’ın, Irak yönetiminin desteğini alarak ne yapmış oldu? Hem, bu nasıl bir Sünni yayılmacılığı ki, Türkiye Esed yönetiminin devam etmesi için Başbakanlık ve Dışişleri Bakanlığı düzeyinde, 7 yılda 50 küsur Şam ziyareti gerçekleştirdi? Bu nasıl Sünni yayılmacılığı ki, Ankara yönetimi, Esed’i reforma zorladı, vizeleri kaldırdı, ikili işbirliğini geliştirdi?”

Bu yazı, ciddi bir gazetede yayınlanıyor.

Kaleme alan da, ciddi bir yazar... Hani, kadın ruhundan çok iyi anlıyordu, kelimelere dans ettiriyordu, karıncanın belinden su alıyordu, filan...

Ben o gazetenin sorumluluk mevkiinde olsaydım, “Sen önce Sünnilik nedir, Şiilik nedir, mezhep nedir öğren, o üç ülkenin haritadaki yerini göster, sonra böyle yazılara kalkış” derdim.

Devam edelim:

Bu Sünnilik öyle bela bir şeymiş ki; Kürt Türk dinlemiyormuş.

Sıralayalım:

Uludere’de Kürtleri katlediyormuş.

Samsun’da TOKİ eliyle Türkleri boğuyormuş.

Bir farklı din olduğu su götürmez Aleviliği yasaklıyormuş, Alevi yurttaşlarımıza yurtta ve cihanda baskı uyguluyormuş.

Bitti mi?

Bitmedi.

Bu Sünnilik, onca işi gücü arasında, bir de tutup Kürtleri içeri atıyormuş.

İnsanın, “Kürtlere kadar düşkünsün de, aleni bir hukuksuzluk örneği olan ‘KCK soruşturması’ konusunda neden iki çift laf etmiyorsun? Yargının, bu soruşturma üzerinden, kendi alanını genişletme çalışmaları karşısında neden ağzını açmıyorsun?” diyesi geliyor.

Peki, bu işler olurken, “Sünni erkek yönetim modelinin mucidi” olan en sinsi siyasetçi ne yapıyormuş? Ne yapacak, Başkanlık kovalıyormuş. Üstelik, yaptığı her şeyi “belli bir plan dahilinde ve doğrudan ‘başkanlık’ seçimlerini hedefleyerek” yapıyormuş...

Sonuç?

Sonuçta şu olacakmış: Ya “çok acı çekeceğimiz bir belanın sarsıntısıyla”, ya da akıllı bir tercihle sonunda demokrasiye sapacakmışız.

Eh, özlenen demokrasiyi, vesayet rejimine son veren, ülkeyi “yasak kitap, yasak şarkı, yasak dil” utancından kurtaran, darbecileri yargı önüne çıkaran bu “Sünni iktidar” kuramayacağına göre...

O zaman, bize çok acı çektirecek bir belanın sarsıntısı lazım...

Belki 27 Mayıs tipi bir “devrim...”

Neden olmasın!

Kulakları çınlasın, bir duayen yazarımız, bize çok acılar çektirmiş bir belanın sarsıntısıyla demokrasiye kavuştuğumuzda (yani 28 Mayıs 1960’ta) şunları yazmıştı: “Bize bugünleri tattıran ve bir milletin haysiyetine konmaya çalışan tozları bir üfleyişle temizleyiveren Türk Silahlı Kuvvetleri sağolsunlar. Seviniyor övünüyor, övünüyor seviniyoruz...”