Camilerdeki ayrımcılık ve dezavantajlı kesimler

Son yazımda camilerde kadınların maruz kaldığı ayrımcılık ve aşağılamanın nasıl somutlaştığını yazmış, bu haksız pratiği ve mevcut durumu meşrulaştıran yanlış zihniyeti bir an evvel değiştirmek gerektiğini hatırlatmış idim. Meğer vaziyet tam bir, "bir dokun bin ah işit”durumu imiş. Zira hafta boyu aldığım tepkiler, sorunun gayet yaygın ve can yakan boyutta olduğunu ortaya koydu.

Ortaklaşılan noktalar meselenin ‘ne’liğine ilişkin önemli ipuçları içerdiği için başlıklar altında toplamakta fayda var:

- Sıkıntı sadece İstanbul camilerinde değil Türkiye’nin hemen her yerinde.

 

- Sorunun içeriğiyse hep aynı: Camilerde kadınlara ayrılan bölümler dar, karanlık, kuytu, rutubetli, pis... Yahut caminin bütün inananları kucaklayacak kadar geniş ve ferah o ana gövdesinde, kubbenin altında değil avluda bir yerlerde... Ya da dik ve dar bir merdivenin sonunda; balkonda. Ya da hiç yok.

- Hayatını tekerlekli sandalyede geçiren biri için camiler -camilerin fiziki yetersizlikleri nedeniyle- televizyonların kandil gecesi hediyesinden ibaret, öyle uzak bir hayal objesi.

- Ancak oturarak namaz kılabilen yaşlıların durumu da“cahil cemaat” yüzünden pek parlak değil. “Sizin namazınız kabul olmaz”dan başlayan taarruz mahalle baskısına dönünce, camilerdeki sandalye sayısı da bir elin parmaklarını geçmeyince istikamet evleri oluyor.

Çocuklar ise camilerden mütemadiyen kovuluyor. Çocuk kovalayan şefkat mahrumları ya aksi ihtiyarlar ya disiplinden gözü dönmüş cami görevlileri.

- Özetle cami kapıları kadınlar gibi özürlüler, yaşlılar ve çocuklar için de pek açık sayılmaz. Toplumun “dezavantajlı kesimleri” burada da ötelenmiş, önemsenmemiş. Ya da “ihmal edilerek cem edilmiş”.

Abdest alma yerleri içinse hemen hiçbir düzenleme olmadığını, olanın da hijyenden mahrum olduğunu söylemeye gerek yok sanırım.


Gidip evlerinde kılsınlar!

Gelen tepkiler ise şöyle tasnif edilebilir:

 

- Kadınlar ve erkeklerin çok büyük bir kısmı “hakkaniyetli” davranarak meseleyi sahipleniyor ve ayrımcılığın sona ermesi, camilerin Peygamber dönemindeki gibi “Müslüman kadınlar ve erkeklerce” adil şekilde kullanımı için umut veriyor.

“Camileri mülk edinmiş beyler” ise Allah’ın cinsler arasında hiyerarşi kurmadığını, ayrımcı olmadığını, Peygamberin kadın ve erkeklerden oluşan cemaatine aynı mekanda namaz kıldırdığını bilmeden ya da unutmayı tercih ederek had bildirmeye, ayar vermeye, söylem düzeyinde de olsa “kadınlarıkapı dışarı” etmeye devam ediyor.

- Tarihsel durumdan hareketle “suçu kadınlara atan”okumuş yazmış erkekler de var bittabi. Onlar, Efendimiz ve Hulefa-i Raşidin döneminde sosyal hayatın ve Mescidin ta içinde olan kadınların pek çok sosyal-siyasi olayın ardından hayatın her alanında kıyılara çekilmesinin hesabını bugünün dindar Müslüman kadınına kesmenin konforu içinden konuşmakta.

- Kadınların camide yeri olmadığını ya da var olan haliyle en arkada, karanlık, dar, kuytucuklarla iktifa etmek gerektiğini savunan kadınlar da mevcut maalesef. “ Elbette böyle olmalı yoksa erkekler bizi görürse namazları bozulur” diyorlar. Gerekçelerinin dini tarafı yok, psikolojik açıdan da sorunlu. Tam bir “Stockholm sendromu”.

Diyanet ne yapıyor?

Yapılması gerekeni... Prof. Dr. Ali Bardakoğlu döneminde başlayan hassasiyet Prof. Dr. Mehmet Görmez’in üstün gayretiyle sürüyor.

Yeterli mi? Hayır! Kadınların da, engellilerin de cemaatin doğal bir parçası olduğu gerçeği dikkate alınmadan inşa edilmiş binlerce caminin fiziki şartlarını bir çırpıda değiştirmek kolay değil elbette. Ama imkansız da değil. Diyanetin bir yandan Ortaçağ İslam dünyasının kadın algısı, toplum düzeni ve kültür verileriyle oluşmuş yanlış zihniyeti cemaatin zihninden temizlemesi öte yandan mekanlar ihtiyaca göre ama adilce yeniden düzenlemesi gerekiyor.