Çevik Bir’e bak, gel de hüzünlenme

Bir televizyon kanalından aradılar... Hemen sıcağı sıcağına değerlendirebilir miymişim,

28 Şubat soruşturması nerelere uzanırmış, bazı gazeteciler de tutuklanır mıymış?

Ne desem?

Herkesin aklına gelen o cevabı verdim: “Bilmiyorum” dedim.

Gerçekten bilmiyorum.

Polis değilim, savcı değilim, hâkim değilim.

Kimler hakkında fezleke hazırlanacağını, gözaltıların kaçıncı dalgada duracağını da bilmiyorum.

Hayatımda hiç “fezleke” görmedim. Fezleke nasıl hazırlanır, içeriğinde neler yer alır? Onu da bilmem.

Bildiğim şu:

28 Şubat, sofistike tarafından kotarılmış bir darbeydi ve mebzul miktar ayağıyla birlikte, “müntesipleri” vardı.

Bir “restorasyon programı”ydı (!) aynı zamanda.

Darbeler, çünkü, restorasyon zaruretinin ortaya çıkardığı “siyasi anomali” halidir.

 

Postmodern darbenin yaratıcıları ve sahneye koyucuları da, 27 Mayıs ve 9 Mart’ta akim bırakılmış, “Devleti Kemalist umdeler etrafında yeniden tahkim ve tanzim etme programını” hayata geçirmek amacıyla, siyasete müdahale ettiler, bir “hükümet darbesi” gerçekleştirdiler.

Bunun için de, her zaman kullanışlı bir enstrüman olan “irtica” tehdidine abandılar.

Pis bir darbeydi...

En pespaye yöntemleri kullandılar.

En rezil argümanlarla saldırdılar.

Memlekette ne kadar düşük profilli adam varsa, darbenin tedvirine memur yazdılar. Ki, içlerinde yığınla “saygın eleman” bulunuyordu.

Bazı saygın medya patronları, bazı saygın gazeteciler, bazı saygın sivil toplum önderleri, bazı saygın akademisyenler, bazı saygın saz sanatçıları, bazı saygın işadamları, bazı saygın işçi temsilcileri...

 

28 Şubat denince, “saygın ve kullanışlı” isimlerle birlikte, benim aklıma birtakım mazmunlaşmış sözler geliyor...

Mesela, “Bu bir postmodern darbedir...”

Mesela, “Seni yağlı kazığa oturturum...”

Mesela, “Çıktık açık alınla...”

Mesela, “Metastaz yapan habis ur ve kandan beslenen vampirler...”

Mesela, “Yiğidim aslanım burda yatıyor...”

Mesela, “Bu defa işi silahsız kuvvetler halletsin...”

Mesela, “Gerekirse silah bile kullanırız...”

Mesela, “Beni dirsekliyorsun Muratçığım...”

 

Bu böyle uzar gider ve bitmez...

Dirseklenmekten şekvacı şahıs, şu an gözaltında... “Darbenin en kudretli generali” olarak biliniyordu. Somali’de, şurada burada görev yapmıştı. Genelkurmay İkinci Başkanı olunca da, aklına, akim bırakılmış o restorasyon programını hayata geçirmek gelmişti.

Bir de hayali vardı:

Rakımı en yüksek tepede oturmak “10. Cumhurbaşkanı” olarak tarihe geçmek.

Emekliliğini müteakip, bir basın toplantısı düzenledi ve “adaylığını” açıkladı.

Bir soru üzerine de dağıldı... “Beni dirsekliyorsun Muratçığım” diyerek, gazeteci Murat Birsel’e çıkıştı.

Bu da sonu oldu...

Rakımı en yüksek tepede oturacaktı ama işi gücü bırakmış “gazetecileri hizaya sokmakla” uğraşıyordu, can yakıyordu...

Bu satırların yazarı “hizaya sokulacak” gazeteciler arasındaydı.

Hakkında yüzlerce “suç duyurusu” yapılmıştı... Onlarca dava açılmıştı... Mesaisinin önemlice bir bölümünü adliye koridorlarında geçiriyordu ve ölümüne mutsuzdu.

Bu mutsuz gazeteci, önceki gün, uçakla Ankara’ya götürülen kudretli generalin çökmüş fotoğrafını gördü, üzüldü.

Sevinmesi gerekiyordu ama üzüldü...

Döneminin “kudretlisi” de olsa, bir insanın kendisini bu durumlara düşürmesi hüzün vericiydi.

Bazen diyorum ki, iyi ki de hizaya sokulacak gazeteciler arasındaymışım.

Hiç değilse üzülebiliyorum, bu “hassa”yı taşıyabiliyorum...