Dünden bugüne

1971 muhtırası öncesi bugün yayaların bile zor aştığı Karaköy Meydanı’ndaki açık bir kafede Mihri Belli ile sohbet ediyorduk. Herkesin zannettiği gibi konu Türkiye’nin nasıl sosyalist bir ülke olacağı değildi. Ekonominin nasıl yönetilmesi gerektiğini, kalkınma stratejilerini tartışıyorduk. Bu arada  Devlet Planlama Teşkilatı’ndaki bazı üst düzey kişilerin araştırmalar sonucu elde edilen bilgileri kendisinin sahibi olduğu tercüme bürosunda İngilizce’ye tercüme ettirdiğini ve bunların İngiltere’ye verildiğini söyledi. Bu kişilerden bazılarının İngiliz hegemonyasındaki, özellikle Afrika’da görevlendirildiğini anlattı. Ülkemizin finans hareketlerinin  odağının Londra olduğunu herkes biliyordu. Ama artık Londra üretim hakkında da bilgi almak istiyordu. Bu durum tüm ekonomiyi etkileme şansı veriyordu çünkü hem parasal hem maddi açıdan ülkeye ait herşeyi biliyorlardı ve kullanacakları yapılar mevcuttu.

1999 yılında Türkiye IMF ile anlaşıp borç aldığında dövizi çıpa olarak kullanmaya söz verdi. O sırada Samanyolu televizyonunda yaptığım bir konuşmada olayın  bir operasyona benzediğini söyledim. Maksadım bir tarafı suçlamak değil yapılanın ne olduğunun anlaşılması idi. 2001 krizinde faiz hadlerinin dünyada eşi görülmemiş bir biçimde yüksek, buna karşılık döviz kurlarının sabit tutulması izlenmesi gereken politikanın tam tersi idi. Yüksek faizlerle kazanılan paralar ucuz dövize yatırılarak büyük bir servet transferi yaşandı. Bir makalemde iflas eden bankaların o  tarihteki boçlarının TMSF’ye devredildikten sonra  beş katına ulaştığını yazmıştım. Benim formülüm Merkez Bankası’nın zordaki bankalara kredi vermesi ve döviz kurlarını sabit tutmasıydı.

Bu mücadeleyi siyasi amaçları olan bir operasyona benzettim İngiltere’nin ekonomimizdeki etkinliği ABD tarafından sınırlandırılmak isteniyordu.

Türkiye için bu konular ikinci derecede önemliydi. Tehlike ancak askeri olabilirdi, ekonomik faaliyetler gündelik yaşamın bir parçasıydı. Herkes PKK terörünün çok büyük bir tehlike görürken ben bunun fazla abartıldığını, çözüm yerine çözümsüzlük politiklarının izlendiğini söyledim. Sovyetler’in dağılması alışık olduğumuz tehdidi ortadan kaldırmıştı onun yerine yeni askeri tehditler yaratmak ve ekonomik ve siyasi hareketleri ikinci plana itmek gerekiyordu. Kürt sorununun barışçıl çözümünün isteyenler ağır bir baskı altına alındı ve tek tehdit olarak bunun algılanması sağlandı. Hatta bir ara Asala diye bir örgüt çıkardılar, birkaç cinayetini ülkemizi bölmek isteyen bir faaliyet olarak sundular.

Tehditler ülkemizi bölmek isteyenler olarak kamuoyuna sunulunca ekonomik gelişmeler ve dünyadaki yeni dengenin nasıl olacağı düşünme ve tartışma konusu olmaktan çıktı. Şu anda değişimleri bir bütün olarak algılamak zorundayız. Yakın geçmişte yapılan cari açıktaki büyümeyi sadece kolaylıkla finanse ediyoruz sözü yeni bir yön çizdi. Bu da ekonomizi yönlendiriyor ama olumsuz yönde değil. Benim üzüldüğüm nokta nereye gittiğimizi bilememekti.

Önümüzdeki dönemde Ortadoğu petrollerinden elde edilen gelirlerin bir bölümünün ülkemize geleceğini ve üretimi bu ülkelerin ihtiyaçlarına göre yönlendireceğimizi düşünüyorum. AB’nin ekonomik sorunlarını çözmekte zorlanacağı ve bugükünden daha geride istikrar sağlancağını düşünüyorum. Bütün bu şartlar muhalefetin yaptığı kelime oyunlarını aşar ve Türkiye’nin laf ürten değil düşünen gençlere ihtiyacı var.