Kapu gibi tapu!

Bugün dünyânın başına belâ olma istîdâdı gösteren Sûriye meselesinin esas îtibâriyle Osmanlı İmparatorluğu yıkılıp mîrâsı talan edilirken 1918’de masa başında cedvelle çizilen sun’î sınırlar olduğu gerçeğine her vesîleyle işâret ediyorum. Bu konudaki ilk yazımı 15 Şubat 2012’de yazmışım (Elif ve Mertek yâhut İçimizdeki Sûriye). Sonra

06.03; 11.03; 01.04; 20.04; 01.07 ve 15.07.12 târihli değerlendirmelerim var.

Tabii ben bununla târihî bir keşifde bulunmuş değilim. Sâdece o siyâsî bakımdan düpedüz ahlâksızca olduğu besbelli hâdise olmasaydı bugün Ortadoğu’nun kaderi bambaşka olabilirdi gerçeğini vurgulamak ihtiyâcıdır bu dönüp dolanıp o noktaya avdet etmem. Bize onyıllardır unutturulmak istenen o gerçek!

Bunun ekonomik ve politik bakımlardan böyle olması bir yana konu sosyal bakımdan da şiddetle böyledir Çünki “sun’î bir sınırla ayrılmış akrabâlarımızdır onlar!”

Bunu Dışişleri Bakanımız Sayın Ahmet Davutoğlu söylüyor!

Dünki gazetelerde yer alan etraflı açıklamaları gerçi durumu kavramak bakımından tamâmıyla önemli ama ben bu cümlenin de arada kaynamaması gerekdiğine kesinlikle kaanîyim.

21.092.000 nüfusdan, değişik kaynaklara göre üç milyonla iki milyondan biraz azının  Türk, üç ilâ dört milyonunun Kürd, 600.000 kadarının Ermeni ve Çerkes, geriye kalan çoğunluğun ise Arab olduğu hesablanıyor. Bu Arablar arasında kısmen Türk olduğunu bilen ve kısmen de bilmeyen, ama her hâl ve kârda artık Türkçe konuşamayan önemlice bir kesim de varmış. Sınırın Türk yakasında da pek çok Kürd ve Arab yaşıyor ve o kesimde etnik Türkler azınlıkda.

Sun’î sınırdan kasıd bu.

Tıpkı Irak’ın kuzey üçde biri gibi Sûriye’nin de kuzey çeyreği aslında Anadolu’nun devâmı. Zâten M.Ö. 13. Yy.’da imzâlanan ve bilinen en eski barış andlaşması olarak kabûl edilen Kadeş Muâhedesi de bu bölgeyi konu edinmişdir. Anadolulu Hititler ile Mısırlılar, yanılmıyorsam bugünki Kilis civârında bulunan Kadeş mevkıinde kanlı bir meydan muhârebesi yapmışlar ve bölge Anadolu’da kalmışdır.

Şimdi Sayın Davutoğlu koltuğunun altına bu andlaşmanın iki dilde, yâni hem Hititçe hem Kadîm Mısırca kazılı olduğu taşı koltuğunun altına sıkıştırarak Şâm-i Şerîf’e azîmet etse ve muvâsalatını müteâkıben Beşşâr nâm mütegallibenin önüne dikilip en zarif diplomat edâsıyla taşı güm diye o Nursuz’un Sûriye işi sedef işlemeli, masasının üstüne fırlatarak “Bre Bîbehreler! Bre Nâdanlar! Kimin malını kiminle paylaşamazsuz? İşte kapu gibitapu!” diyerekden cümlesine ağzının payını verse ne lâzım gelir?

Latîfe bertaraf, Türkiye bu bölgedeki târihden gelme tabii nüfûzunu, yumuşak gücünü, istikrârı sağlama yolunda kullanabilme kapasitesini tekrar hatırlamışa benziyor ki fevkalâde müsbet bir gelişmedir. Çünki Önasya’da ihtilâfların barışçı metodlarla DA çözülebileceği ve bunun her bakımdan tercîhe şâyân olduğu bilinci henüz ya hiç yok ya da çok zayıf. Bu bilincin geliştirilmesi içinse elinde askerî güç bulunmasına rağmen bunu ancak en son çâre olarak yedekde tutan ve müzâkerelere öncelik veren devletlerin varlığı hayâtî öneme sâhib.

Türkiye Garb’ın yanaşmalığını Şark’ın efendiliğine tercîh etdiğinden bu yana kaybetdiği bir beceri. Ama bâzı hasletler de yüzmek veyâ bisiklete binmek gibi, bir kere öğrenildi mi artık unutulmaz.

Ankara’nın bu coğrafyadaki 950 yıllık varlığını, uzun bir “amnezi” döneminden sonra yeniden hatırlamaya başlamasını “Yeni Osmanlıcılık” olarak niteleyenler var.

Yeni Osmanlıysa Yeni Osmanlı!

Bu konuda da hiiiç öyle eğilip bükülmeye, kırıtıp kıvranmaya hâcet yok!

Aslımız Osmanlı değil mi?

Benim cildimi kazısanız altından Osmanlı, biraz daha kazırsanız da Selçuklu çıkmaz mı?

Kemiklerime kadar inip Göktürklere uzanmaya gerek yok. Ama bizim “eski” ile “yeni” Osmanlı arasındaki farkı anlatmamız gerekli!

Tabii kendimiz biliyorsak!

Ben sevâbına söyleyivereyim:

Eski Osmanlı “fütûhât”a gidiyordu!

Yeni Osmanlı ise “zekât”a gidiyor!