Kötümser bir nokta-i nazar

Eğer bir ihtilâfda bütün ilgili tarafların öne sürdüğü argümanlar akla yakın geliyorsa siz o ihtilâfdan korkun! Zîrâ bu, o ihtilâfın gerçek bir problemden doğduğuna en sağlam delillerden biridir ve tecrübelerin gösterdiğine nazaran bu tür anlaşmazlıkları çözmek fevkalâde zordur. Bunun tipik örneklerinden birini ise içinde bulunduğumuz bölgenin problemleri oluşturuyor. Zâten problem daha “içinde bulunduğumuz bölge” derken kendini gösteriyor. Ben bu cümleyi yazarken Orta yâhut Yakındoğu’yu kasdetdim ama aynı anda ihtilâf(lar!) da başladı. Bir kere bu bölge “orta” doğu mu yoksa “yakın” doğu mu? Kaldı ki biz sâhiden orada mıyız yoksa değil miyiz? Öyle ya, hem Avrupa Konseyi’nin kurucu üyesi ol hem de hem de orta yâhut yakın doğulu! Üstelik hem Rusya ve İran’la berâber Kafkasya’nın en önemli üç devletinden biriyiz hem de Karadeniz’e en uzun kıyısı olan devlet! Şu çok övündüğümüz “Avrupalı” olduğumuza yegâne coğrâfî delîl ise Doğu Trakya’daki mendil kadar 23.000 kilometrekarelik arsa gibi arâzî. Hadi, ben de kusur kalmayayım da son haftaların moda cümlesini kullanayım:

Bu ne yaman çelişkidir, a dostlar?

Tabii buna karşı argümanımız da hazır:

Efendim biz hem Avrupalı hem Önasyalı hem

Yakın yâhut Ortadoğulu hem Kafkasyalı hem Karadenizli hem Akdenizli hem Egeli hem Balkanlı bir ülkeyiz.

Hocam, şuna ucûbeyiz diyeceksin ama dilin varmıyor, îtirâf et!

İşte ihtilâflı bir konuda bütün argümanların akla yakın gelmesine bir örnek.

Daha ne olduğumuza kendimiz karar verememişiz ama başkaları tereddüd edince bozuk çalıyoruz.

Burada tabii Ölümsüz Yahyâ Kemâl’in ağzından cevab vermek de meseleyi halletmiyor:

“Ne harâbî ne harâbâtîyiz,

Kökü mâzîde olan âtîyiz.”

Buyrun, buradan yakın!

Harâbîyet harablık demek, harâbâtiyet ise perîşanlık.

Artık âtîyi biliyorsunuzdur.

Ama mâzîmiz böylesine karışık olunca bizleri nasıl bir geleceğin beklediğini de belki hiç bilmesek daha iyi.

Neyse, şom ağızlılık etmeyelim!

Lâkin içinde bulunduğumuz bölgenin problemleri de karışık.

Bir an için Avrupalılığı boş vererek asıl içinde bulunduğumuz coğrâfî bölgenin, artık yakın mı orta mı ne cenâbetse işte oranın durumuna bir göz atın!

Hâlinden memnun ve hakkına râzı olan tek bir ülke göstermekde zorlanırsınız. Hepsinin komşularıyla en az bir ihtilâfı vardır.

Sûriye-Lübnan, Irak-Sûriye, Ürdün-İsrâil, İsrâil ve diğer hepsi, sayınız sayabildiğiniz kadar.

Bu arada kendimizi de unutmayalım:

Gerçi Hatay’ı “kurtardık” ama daha geride bütün bir Kuzey Sûriye ve Kuzey Irak var, Ege Adaları var, Batı Trakya var, ayıbdır söylemesi daha kimbilir nereleri var.

İşin hayret hattâ bir bakıma dehşet verici yanı ise bu konularda dile getirilebilecek her türlü argümanın da “akla yakın” gerekçelere dayandırılabilecek olması!

Bu meseleye değinmemin sebebi şu:

Birinci Cihan Harbi’nden sonra (1918) bütün bu bölgede yepyeni bir düzen kuruldu ama bölgenin asıl sâhibleri tarafından değil yabancı müstevlîler tarafından!

Bu düzenin çürük ve sun’î bir düzen olduğu daha o zamandan belliydi. Buna rağmen seksen küsur sene buna ses çıkarabilecek bir güç ortaya çıkamadı.

Şimdi bütün Arab Yarımadası’nda ve Kuzey Afrika’da olan, bu sakat yapının yokedilmesi çabasıdır ki ucu bir şekilde bize de dokunuyor.

Benim endîşem ehil olmayan ellerde bir enkaz kaldırılırken ortaya daha da fecî bir başka enkâzın çıkma tehlikesi.

Havaya bir kere yağma ve talan psikolojisi hâkim oldu mu artık o işden pek hayır gelmez.

Çok mu kötümserim?