Melek bize hangi soruyu sordu?

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanımız Fatma Şahin’le buluştuk geçtiğimiz gün. Katıldığımız Diyarbakır Buluşması sırasında aldığımız istihbarata göre, Bakan Şahin, geçtiğimiz hafta hayatını kaybeden Melek Karaaslan’ın ailesiyle görüşmek üzere Ağrı’ya geçmişti. Hürriyet’ten Gülden Aydın’la adım adım takip ettik Fatma Şahin’i.

“Bir garip ölmüş diyeler, üç gün sonra duyalar” şikayetindeki sızı, şiirlerine kadar işlemiş Anadolu insanı için Fatma Hanım’ın bu davranışı devrim mahiyetindedir. Gülden’le Bakanlık binasında ziyaret ettiğimiz Şahin’i, “devlet” olarak değil, her şeyden önce bir kız kardeş samimiyetiyle bulduk. Böyle ifade edilir mi bilmiyorum, ama allak bullaktı Melek’e dair dinlediklerinden. “Uyku tutmuyor bizi, Melek bize ulaşamadı ama biz ona ulaşmalıydık” diyor sık sık... Melek’in, annesini, babasını, eşini, görümcesini, komşularına kadar hemen herkesi tek tek dinlemiş...

“İşlenen her suç, topluma sorulmuş bir sorudur” der Avukat Verges. Peki Melek Karaaslan’ın göz göre göre ölüme yürüyüşü bize hangi soruyu soruyor?

Hasta kızlarını yüklü başlık parasıyla gelin ettikten sonra bir kere bile halini hatırını sormayan anne baba mı? Küçüğü 1.5 yaşındaki çocuğunun annesi olan eşinden bigane koca mı? Melek’le aynı evde yaşadığı ve çalışma hayatı da olan, sosyal müracaat imkanlarını az çok bildiğini düşünebileceğiniz görümce mi? İş işten geçtikten sonra binbir dedikoduyla olayı anlatmaktan başka bir şey bilmeyen komşular mı? Ya devlet? Kadına ve kızlara yönelik bu kadar pozitif adımlar atarken, aileye yönelik duyarlılık devlet politikalarının bu kadar ehemmiyet verdiği bir hassasiyetken yaşadık bu vahim dramı...

Fatma Şahin, Bakanlık olarak açılan davaya “müdahil” olacaklarını söyledi. Tabi bu Melek Karaaslan’ı geri getirmez, ama “garibin hakkını arayıp soran adalet” fikrini güçlendirecek, toplumsal farkındalığı oluşturacak bir girişimdir.

Fatma Hanım’dan dinlediğim kadarıyla aslında kimse tam olarak kötü niyetli değildi belki, özellikle Melek’in iki çocuğunun aynı evde gayet sağlıklı (bedensel manada) yaşıyor oluşları, Melek’in son doğumunun ardından yaşadığı sağlık sorunlarının tıbben takip edilmiş olması gibi durumlar önemli... Ama yeterli değilmiş ki, Melek’in yatalak haldeki eriyişi sonra da buharlaşıvermesi hepimizi de ancak ölümünden sonra uyandırdı...

Hayatlarında bir kez bile hasta bakmamış, hastanede refakatçi olmamış, evinde yatalak bir hastaya bir kez bile su vermemiş kişilerin bu mesele hakkında ahkam kesmesi ise ayrı bir acı...

Bu konuda sadece aile fertlerine sorumluluk yükleyen klasik bakışını çoktan geride bırakmış olmamız gerekmiyor mu? Faulkner’in “Ses ve Öfke”si geliyor aklıma, ama bizim edebiyatımızda bile çokça yüzleşmediğimiz bir konudur toplum olarak; ailedeki hastaya, yaşlıya, yatalak veya zihinsel özürlü kişiye bakmak konusunda başkalarıyla paylaşmadığımız dramlarımız vardır. Bu mesuliyet aile ve yakınlarca adaletli bir şekilde paylaşılmaz çoğu kez, hatta bazen hastaya bakan kişi bile ağır yük altında hastalanır, psikolojisi sarsılır.

Oysa “sosyal adalet” dediğimiz şey, hasta bakım yükünü profesyonel destek ve yardım angajmanlarıyla kişisel bir mükellefiyet olmaktan çıkarıp toplumsal bir hizmet fikrine dönüştürmüş durumdadır.

Ben de Bakanımızdan öğrendim; dört yıldır süren ve devletçe desteklenen evde bakım hizmeti hatta ücreti karşılanarak kurumda bakım hizmetinden kaçımız haberdarız? Keşke Melek’i giderek ağırlaşan bir yük olarak göreceğimize, devletin sağladığı bu hizmetlerden yararlanarak insan onuruna yaraşır bir halde taşıyabilseydik diyorum Fatma Şahin’i dinlerken...

Çıkışta Ayşe Keşir’e de rica ettim, Bakanlık olarak verdikleri sosyal destek hizmetlerinin tanıtımı kamu spotları aracılığıyla sıkça verilse, belki yeni Meleklerin kanatları kırılmaz, hastalık yük olmaktan çıkıp, paylaşılan bir ibrete dönüşür. Belki.