Mütekabiliyetin sonu

Benim gençliğimde Türk dış politikasının iki temel düsturu vardı. Lozan dengesi gözetilmeli, mütekabiliyet korunmalıydı. 1970’li ve 1980’li yıllarda bu anlaşılabilir bir tutumdu. Yetmiş sente muhtaç, Soğuk Savaş’ın deli gömleği içine sıkışmış, dünyadan her anlamda kopuk yaşayan, dış politikasının merkezinde Kıbrıs ve Ege olan bir ülkenin başka türlü bir düsturunun olması beklenemezdi.

Türkiye’nin jeopolitiği Lozan’da Yunanistan ile kurulduğu varsayılan denge üstüne oturmuştu. O denge çökerse Türkiye çöker diye düşünülürdü. Ufkumuzun sınırı Ege’nin karşı kıyısında biterdi. 1974 yılında elde ettiğimiz büyük başarının sarhoşluğu ile yaşar, dünyanın başka yerlerinde olanlarla ilgilenmezdik. Zaten kuruluş ideolojimiz gereği Araplardan, Ruslardan, Amerikalılardan, aslına bakarsanız hemen herkesten nefret ederdik.

***

1955’den itibaren de Türkiye kendi vatandaşlarını rehin almanın ve onları dış politikanın aracı olarak kullanmanın keyfini çıkartmaya başladı. Bazen 6-7 Eylül’de olduğu gibi derin devletin organize ettiği yağma eylemleriyle, bazen de devlet katında alınan yasadışı ve tabii ki Lozan dahil imzacısı olduğumuz antlaşmalara aykırı kararlarla Müslüman olmayan vatandaşlarımızın haklarını gasp ettik. Hakların gasp edildiği yüzümüze vurulunca da “mütekabiliyet” dedik.

Genellikle Batı Trakya’daki Müslüman Türk azınlığa uygulanan ayrımcılığı gerekçe gösterdik. Lozan Antlaşması’nın 45’inci maddesine atıfta bulunduk. Yunanlılar Türklerin hakkını gasp ediyor diye biz de kendi vatandaşımız olan Rumların ve tabii ki diğerlerinin haklarını iade etmedik. 1971 yılında kanunsuz ve usulsüz olarak kapatılan Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması için bile Yunanistan ile pazarlık ettik.

Aslına bakarsanız o dönemler için bu tutum normaldi. Müslüman olan vatandaşının hakkını gasp eden, gençlerini işkenceden geçiren, yargısız infazlarını açığa çıkartıyor diye Uluslararası Af Örgütü’nü kontrolü altındaki gazetelerinde düşman ilan eden bir zihniyetin başka türlü davranmasını beklemek mümkün değildi. İnsanın ve hakkının siyaset üstü görülmesi, araçsallaştırılmaması o zamanlar imkansızdı.

Önce vizyon değişti. Türkiye, başlangıcı eskilere dayanmakla birlikte, büyük ölçüde AK Parti iktidarıyla birlikte jeopolitiğinin sınırlarını genişletti. Ufkumuz Ege denizinin çok ötesine ulaştı. Türkiye Ortadoğu ile angaje oldu, Afganistan sorununu sahiplendi, Afrika ile işbirliğini derinleştirdi. Küresel sorunlar konusunda söyleyecek lafı olan bir ülke halinde geldi.

Ancak “mütekabiliyet” anlayışından bir türlü vazgeçmek istemedi. Hiç tahmin edemeyeceğimiz insanlar dahi eski rejimin değerlerini bilerek ya da bilmeyerek savundu. Ruhban Okulu dediğimizde Batı Trakya’dan, Atina’da cami olmadığından söz etti. Oysa insani konularda mütekabiliyet olmazdı, olamazdı. Yunanistan ya da başka bir ülke Türk kökenli azınlığına eziyet ediyor diye Türkiye farklı etnik ve dini kökenden gelen vatandaşına eziyet edemezdi.

***

Bu anlayış neyse ki son yıllarda değişti. Devlet “azınlığı” ile barıştı. Patrikhaneler ziyaret edildi. CHP bile Türkiye’deki azınlıkları keşfetti. Onların haklarının iadesini sağlayacak yasal düzenlemeleri komisyonlarda engelleme huyundan vazgeçti. Ama asıl önemli değişim geçtiğimiz hafta sonunda İngiltere’de yaşandı. Bu ülkeyi ziyaret eden Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez Cihan Haber Ajansı muhabirine “azınlıklar, din özgürlüğü veya insan hakları meselesinde din ve bilim adamı olarak muadeleti gözetmenin asla doğru olmadığını düşündüğünü” söyledi.

Pazar günkü Zaman gazetesinin aktardığına göre Diyanet İşleri Başkanı “Siz kendi ülkenizdeki Müslümanlara ne kadar hak verirseniz, biz de ülkemizdeki gayrimüslimlere o kadar hak veririz” anlayışının İslam dini açısından da doğru olmadığını belirtti. “Bilakis, ısrarla, onlar ne kadar hak kısıtlarsa bizim o kadar o hakları verme konusunda cömert davranmamız gerekiyor, çünkü bizim inancımız bunu bize emrediyor” dedi. Kısacası en yetkili insan ahlaken en doğru şeyi söyledi. Şimdi sıra ahlaki doğrunun siyasete tercümesinde...