Şiilerle Sünniler savaşır mı?

Küresel siyasetler, şayet onları teslim alırsa, niye savaşmasınlar? Her şeyin görüntü, her görüntününse bir kurgu-sunum olduğu çağımızda, bize sunulanlarla yetinirsek... Yetinmeyi geçiniz, dolup taşarsak, bir kibrit çakımı kadar yakın ve hesaplanabilir bir iştir mezhepler savaşı. Her ne kadar sözgelimi Avrupa tarihindeki kanlı mezhep savaşlarına benzer bir tecrübemiz yoksa da Doğu geleneğinde... Tıpkı laiklik ya da ulusalcılık deneyimlerinin dayatılmasında olduğu gibi, sentetik bir tohumlanma... Zihinlerin mezhep düşmanlığı üzerinden tohumlanarak yeniden kodlanması, dizaynı, söz konusu olabilir mi?

Siyasetin sorduğu bu soruları, yine siyaset üzerinden cevaplayacak olsak bile, barış adına yaslanmamız gereken sırt, eninde sonunda etik’ten geçiyor. Niçin siyaset ahlakı değil de siyaset etiği dediğimizi ise, bunu biz tercih etmedik, çağın dil tercihi bu şekildedir diye cevaplarız. Çünkü bilimsel düşünce dediğimiz büyük hegemonya için “ahlak” ne yazık ki göksel bir yüktür, nesnel ve evrensel değildir, ihtiyar ve sıkıcı olduğu kadar demodedir de. Geçtiğimiz bin yılı ahlakı kıyasıya itibarsızlaştırarak yaşadık.

“Reelpolitik” de tam buradan içer suyunu; ihtiyaç, çıkar, menfaat gibi hayati kaideler yürürken, moral ardıllar, değerler, kişisel ve çekingen çekmecelere tevdi edilir. Bu, siyasetin kırıldığı, kırılırken de bunun doğal olduğunu söylediği bir alan açar hepimize. “Kamusal alan” dedikleri, ahlaktan arındırılmış ama yine de “etik” adı altında yaslanacağı sırtları arayan bir çaresizliktir bu aslında... Levinas’ın dediği gibidir belki de işin özü: “Ahlak, bilim yapan akıldan, bilgiden yola çıkılarak ulaşılacak, anlaşılacak bir alan değildir”... “Hulk” kökünden gelen Ahlak, bir hal’dir, huy’dur. “Huyunu husunu bildiğimiz adam”, hem halini hem de “huve”sini, yani “O” olarak inandığı Hak’kını bildiğimiz adamdır...

Şiiler de Sünniler de birbirlerinin huyunu husunu bilen kimselerdir bu bağlamda. Yani etikten bile bahsetmeye erinen reelpolitik, anlamaz bizim hallerimizden, içimizden, ahlakımızdan, hakikatimizden...

“Siyasi bir soruna, ahlaki gerekçelerle cevap verilemez” diyorlar. Dolayısıyla bizi, istemimiz dışında bir akıl mahkemesinde tutukluyorlar. Şiilerle Sünnileri, iki yalıtılmış siyaset tarafı olarak kategorize ederseniz, elbette ki avucunuzda reelpolitik argümanlarından başka bir şey kalmaz, ya iyi tarafıyla diplomasi veya sert yönüyle savaştan başka şıkkı yoktur bu sunumun.

***

Prof. Ahmet İnam;neyleyim yârsız gerçeği” diye itiraz etmişti. Nesnellik, reellik, bilimsellik, diplomatik adı altında “içtenlik”ten yoksullaşmış dilin öngörebileceği sonuç; ne yazık ki insansızlıktır. Dayatılan bir kurgu olarak Tanrısızlığın (Ona razı gelmeyişin) gidip toslayacağı yerde, aslında insan da yoktur! Belki yeryüzünde muktedir olabilirler, Kabil gibi Yezid gibi. Ama insansız, yârsız, dostsuz, ürkünçtürler...

Şiilerle Sünnilerin savaştırılması niyeti, içinden yârin geçmediği, geçemeyeceği sahte politikaların tertibidir. Bu tertibi politik/diplomatik enstrümanlarla atlatmak niyetindekilere saygı duymakla birlikte (emekleri hürmetine) dine ve ahlaka atıf yapmadan kurulacak her söylemin cılız kalacağını haber vermek zorundayım.

Belki naif bir öneri gibi bulacaklardır reelpolitika, diplomasi veya sosyoloji uzmanları. Lakin: Kelime-i Şehadet getirmeye, dine dair tanıklığı yeniden hatırlamaya, bizi tüm mezhepler, meşrepler, firaklar üzerinden birleştirecek tevhide, hiç bu kadar ihtiyacımız olmamıştı.

Stratejik analizlerden, diplomatik aforizmalardan söz etmiyorum size: Aranızdan hanginiz Cenabı Hak’ka verdiği kulluk sözünden cayıp, Hz.Resulullah’ı (sav) üzüp, Ehli Beyt’i yaralamak istiyorsa, hiç durmasın, kılıncını önce o çeksin. Kalbe değmeyen sözü neyleyim? Kanuni Sultan Süleyman’ı ki Sünniydi, Kerbela ziyaretinde hıçkırıklarla ağlatan neydi? Bosna’dan Kerkük’e kadar aşk ezberimiz Fuzuli, Şii olduğu halde niçin Türkçenin şahıdır?