Türkiye Cumhuriyet'in ilk coşkusunu yeniden yaşıyor

Yolu sosyalizmden anarşizme, bohemlikten akademiye, ticaretten aristokrasiye sonra da tekkeye düşen, o gün bugündür durmaksızın aşk ile “hu” çeken, halen New York’taki Cerrahi- Halveti Tekkesi’nin şeyhi olan Tosun Bekir Bayraktaroğlu’nun İstanbul’da olduğunu, kısa süre kalıp Amerika’ya döneceğini duyunca heyecanlandım. Tanışmak ve sizleri de onunla tanıştırmak için. Müthiş bir arayışın ve buluşun hikayesi çünkü onunki…
Cumhuriyet’in ilanından hemen sonra 1926’da, bir subay çocuğu olarak doğar Tosun Bayraktaroğlu ve taze devletin tüm heyecanlarına tanıklık eder. Mutlu bir çocuktur, Kanlıca bostanlarının altını üstüne getirir. Annesi Kanlıcalı olmaktan o kadar da hoşnut değildir ama, yükselen Cumhuriyet burjuvazisinin gözde semtlerinden birinde, Şişli’de, Nişantaşı’nda yaşamamaktan muzdariptir. O, o zaman da itibar etmez bu duruma, sonrasında da. Robert Kolej’de okumaktadır, dönemin Maarif Vekili Hasan Ali Yücel’in oğlu Can Yücel ile, sonradan memlekete “başvekil” olacak Bülent Ecevit ile arkadaştır. Kolej yılları deli fişek bir sosyalist olarak geçer.

Sonrasında Londra’ya, Paris’e, Amerika’ya gider, mimarlık ve sanat tahsil eder, artık bir bohem ve anarşisttir. New York Metropolitan Müzesi'nin havuzunu kana boyamak, Washington Square Parka yüzlerce askerin adını taşıyan haçlar dikip parkı mezarlığa dönüştürmek gibi sarsıcı eylem-eserle Vietnam Savaşını öyle bir protesto eder ki Shock-Art sanat akımının başlatıcı olur.

Akademik kariyerini devam ettirir, saygın üniversitelerde sanat tarihi dersleri verir. Bu arada eşinin babasına destek olmak için Fas’a gider ve ticarette çok başarılı olur, aristokratlar arasına katılır.

Mistik arayışları ise hep sürmektedir.

Bir gün, Münevver Ayaşlı sayesinde İstanbul Cerrahilerinin “efsane” şeyhi Muzaffer Ozak ile tanışır. Diz kırar oturur. Aradığını bulmuş, teslim olmuştur. İki yıl dervişlik eder tekkede. Sonra Efendisi tarafından şeyhlik verilir. Newyork’a gider o da, tekkeyi açar, çorbayı pişirir. Bugün tekkeye devamlılığı olan en az iki yüz müridi vardır. Amerika kıtasında toplamda beş yüz.

Ona herkes “Tosun Baba” diyor. Ben de öyle dedim. Sorular sordum, cevaplar aldım. Geçmişini silmeden, hayatını ve nefsini yok saymadan Rabbini bilen, bu haliyle de hakikati çok daha “sahici” yansıtan bu “matrak derviş”i çok sevdim. Siz de tanıyın istedim. Ayrıca hayat hikayesini Sufi Kitap’tan çıkan kitabından etraflıca okuyun da isterim. “Amerika’da Bir Türk” Ramazan okuması için de birebir.  


1926 doğumlusunuz, farklı, şaşırtıcı, kaptan kaba boşalan bir hayat yaşamışsınız. Hareketli bir öğrencilik, gençlik yaşamışsınız, şok-art sanat akımında eserler vermişsiniz, başarılı bir ticari hayatınız olmuş, mistik arayışların ardından bir gün biriyle tanışmışsınız ve hayatınızın yatağı değişmiş. Dışarıdan bakınca bütün bunlar bizi etkiliyor. Siz nasıl tanımlıyorsunuz yaşadığınız hayatı?

Allah’ın lütfüyle dolu bir hayat yaşadım. İnsanların çoğu 86 sene yaşar ve öleceği zaman farkına varır ki bir dakika bile yaşamamış. Peygamber Efendimiz “insanlar uykudadır, öldükleri zaman uyanırlar” diyor. Cumhuriyetin kuruluşundaki uyanışı görüyorum yeniden. Babam annem ve onların etrafındaki kimselerden biliyorum ki benim çocukluğumda müthiş bir heyecan vardı Türkiye’de. Biz sadece İstiklal Harbini değil senelerce süren Balkan Harbinden, Trablusgarp Harbinden, Birinci Dünya Harbinden muzaffer çıkmış ufak bir devlet idik. Ki çok kimse bilmez, hatırlamaz. Çocukluğumda gittiğim her yerde o heyecanı, özgüveni ve çalışma azmini görürdüm. Biz bunu yaşadık. Sonra uyudu bu. Şimdi yeniden uyandı. O heyecan ve özgüven geri geldi Türkiye’ye. Bir ihtilal oluyor şu an burada. Zannettikleri gibi dini değil, sosyalist bir ihtilal bu! Halk uyandı. Uyurken ne Türklüğünü, ne İslamiyet’i biliyordu. Kendini bilmek hali zuhur etti. Hükümet ilk defa insanların haklarını istemeleri ve almaları davasına müspet cevap veriyor. 80 sene sonra bunu da gördük hayatımızda.

UYUMADIM UYANIK KALDIM

Türkiye “uyurken” siz uyumamışsınız, arayışınız sürmüş…

Bunun sebebi yurt dışına gitmemdir. Burada kalsaydım ben de dururdum. İkinci Dünya Harbinden sonra Amerika’ya gittim, orada aynı heyecanı buldum. Bu heyecan sanatta da vardı edebiyatta da. Bu beni uyanık tuttu. Bu da Allah’ın lütfü, insanın kendi kendine yapacağı bir şey değil.

Allah uzun ömürler versin, uzunca bir ömrünüz olmuş. Yaklaşmakta olan yaklaştıkça geride bırakılana dair düşünüş hissediş daha da kristalleşiyor olabilir. Söyler misiniz hayat “ne” imiş?

İster bilin, ister bilmeyin, muhakkak olan bir şey varsa o da bu hayatın imtihan olduğu. Allah-u Teâlâ’nın en büyük hediyelerden birisi, belki de en büyüğü akıl. Ama akıl başka şeylere de bağlı. Mesela sağır ya da kör olsanız ya da dokunduğunuzda hissetmeseniz acaba akıl ne yapabilir? Gözün var göreceksin ama görecek bir şey yoksa göz neye yarar? Kulağın duysa ve duyduğunu anlayacak kuvveti olsa da duyacak bir ses yoksa kulak neye yarar? Allah-ü Teâlâ insanoğluna lütfeylediğinin dışında da öyle şeyler yarattı ki! İnsanları birbirine lütfeyledi. Peygamber Efendimiz “Mümin müminin aynasıdır” diyor. Bana kalırsa “İnsan, insan aynasıdır”. İşte, verilen bütün bu kıymetleri kullanmak için de insanın uyanık olması lazım. Kulağını açmak için gürültü, gözünü açmak için ışık, dokunduğunda hissetmek için de yumuşak bir şey lazım ki uyansın. Bizim uyanmamız da 1926’da doğmamızın, Cumhuriyet çocuğu olmamızın lütufları vardı, bizi uyandırdı. Uyur gibi olduğumuzda da dürttüler, başka bir yere götürdüler. Yine uyandık. Buydu bizim için hayat. Hayat muhakkak ki bir imtihan. Her nefeste bin türlü imajlar sesler lezzetler lütfediliyor. Bunlardan ne şekilde istifade ediyorsun, istifade ettikten sonra başkalarına hizmet edecek ya da bir şey icat edecek bir şey yapabiliyor musun? Mesele bu. Yoksa son derece egoist olur, meyve vermezsin. Meyve vermeyen ağacı da keser odun yaparlar!

ELHAMDÜLİLLAH GÖRENLERDENİZ

Sizin hayatınızdaki kırılma noktası belli ki Cerrahi Şeyhi rahmetli Muzaffer Ozak. Onun yeri nedir sizde?

Ömrümün yarısına, 40 yaşından sonra aldığım her nefese nasıl şükretmem lazımsa ona da o kadar şükretmem lazım. O, hayatıma girmemiş olsaydı ne bu fakir burada olurdu ne de siz, belki çoktan ölmüş gitmiş olurdum. Öyle bir zattı. Allah rahmet eylesin.

Şeyh Muzaffer neyi değiştirdi hayatınızda, sizi uyandıran o mudur?

Uyanıktık ki ona intisap ettik, uyanık olmasaydık onu görmezdik. Ama insanın gözü görür olsa da görecek bir şey olmadığında görmek neye yararsa, işte o da, o oldu. Gösterdi duyurdu hissettirdi. Hanımın dediği gibi öğretmediği göstermediği şeyler bile bize ilham olarak geldi. Allah gani gani rahmet eylesin. Görebilmek için göz gerek. Efendim de öyle derdi, göre ne, köre ne? Elhamdülillah biz görenlerdendik.

ALLAH’I HEM DE NASIL BİLİRDİM

Muzaffer Ozak ile tanışmadan evvel inançlı biri miydiniz?

Efendimle tanışmadan evvel namaz kılmazdım, oruç tutmazdım, içki içerdim, domuzu pek sevmezdim. Günah diye değil de sevmediğimden yemezdim. Buna rağmen kör olmak lazım, göğe denize ağaçlara insanlara hayvanlara baktığımda bunları yaratan, güzelliği güzel yapan güzel birisinin olduğunu hem de nasıl bilirdim. Demek ki iman vardı da icraat yoktu.

BALIĞIN OLTAYA TAKILDIĞI GİBİ

Hemen teslim oldunuz mu?

Hemen. Efendi harikulade bir insandı. Ben tabi o zamanlar meşhur bir profesörüm, böyle pasaklı değildim. O beni tanımıyor. İkinci gidişimde köşede oturuyorum. Sordu etrafa, Yunus Emre “çıktım erik dalına / anda yemiş üzümü” diyor, ne demek istiyor, diye. Tıs. İki defa daha sordu. Tıs. Söyleyin yahu. Yok. Sonra gözünü bana dikti, dedi “Ben bir profesör tanıyorum, bunu bilmeyecek ne var diyor, şıp diye biliyor; çarşıya gitmiş bir kesekâğıdı üzüm almış, çıkmış erik ağacına, bir güzel yemiş” deyince, bizim ressamlık profesörlük hepsi yıkıldı gitti, öyle utandım. Balığın oltaya takılması gibiydi.

Sonra dervişlik, sonra da şeyhlik…

Efendi beni iki senecik dervişlikten sonra halife yaptı.

SINIF ATLAR GİBİ ŞEYH OLDUM  

Hızlandırılışmış bir süreç herhalde?

Onu Efendi’ye ben de sordum. 1940’larda Gürciyev denilen bütün dünyaya yayılan bir sistem vardı, mistisizmsi bir şey. Biz de ona intisap etmiştik 19 sene. Hanım da oradandır. Gürciyev denilen bu zat rivayete göre ortadan kaybolduğu yılların birinde Ortaasya’da bir yerlerde bir Nakşibendi şeyhine rastlayıp Müslüman oluyor ama bunu saklıyor. Hakikaten de söylediklerinin içinde Allah, İslamiyet zikredilmiyor ama var. Neyse, Efendim bana bu az dervişlik, erken şeyhlikle ilgili dedi ki “Orası da senin için bir nevi ilk ve orta mekteptir, iyidir”

Böylece sınıf atlamış gibi oldunuz…

Evet, sınıf atladık. (Gülüyor).

AMERİKA’DAKİ DERGAHTA

O zamandan bu yana da Amerika’daki Cerrahi Halveti tarikatının şeyhisiniz. Müritleriniz kimlerdir?

İşin başında 1975’lerde 10-15 kişiyken müritlerimizin hepsi Hıristiyanlıktan ya da Yahudilikten ihtida etmiş genç tahsilli kimi doktoralı gençlerdi. Şimdi de hepsi tahsillidir, işli güçlüdür. Yarısı Müslüman doğmuştur, Pakistanlı, Lübnanlı, Suriyeli, Mısırlı, Endonezyalıdır. Yarısı da sonradan Müslüman olmuş Amerikalıdır. Bir avuç da Türk var.

İhvanınız kaç kişiden oluşur?

Bizim Dergah gecelerimiz cumartesileri. Pazartesi geceleri meşk var, cumaları da Cuma namazı vesaire. Biz o gecelerde aşağı yukarı 150 kişilik yemek yaparız. Demek ki en aşağı 150-200 kişi New York’ta var. Kanada’da 60-70 kişi, Kaliforniya’da 40-50 kişi, Arjantin’de 60-70 kişi, Şili’de 30-40 kişi var. Toplasanız beş yüz eder.

BEN DEĞİL YUKARIDAKİ YAPTI

Nasıl buluştunuz onlarla? Onlar mı sizi buldu, siz mi onları?

(Başıyla işaret ediyor) Yukarıdaki yaptı. Kimi biz onlara gittik, kimi onlar bize geldi. Ama Efendi Kaliforniya’ya gittiğinde oradaki meşhur psikoloji mektebinin müdürü ve talebeleri Müslüman olmuştu, oradaki Dergâh öyle kuruldu.

Her hafta farklı kültürlerden dillerden sosyal çevrelerden 150 kişi toplanıyor eteğinizin etrafına. Onlara mürşitlik ederken sorunlarını da çözüyor olmalısınız. Nedir onların sorunları, çağ insanının yaşadığı sorunlar mıdır?

Normal, ehli tasavvuf, Müslüman’ım deyip de Müslüman gibi yaşamayan birinin ne kadar sorunu varsa, bunların da hiç olmazsa iki misli sorunu olur. Çünkü ötekinin sadece hayat sorunları varken bunun bir de ruhi sorunları oluyor. Onların hem maddi hem manevi hayatlarının sorunlarıyla meşgul olmak lazım.  

ALLAH BANA KULUM DER Mİ?  

Manevi sorunları neler mesela, bu kadar inanmış insanın en fazla ortaklaştığı sorun alanı ‘ne’dir?

Endişe, ama rahat bir endişe, sinirli stresli bir endişe değil. “Bir türlü Allah-ü Teala’nın istediği insan olmadık” endişesi. “Acaba şunu yapsam daha yakınlaşır mıyım, bunu yaptım da onun için mi uzaklaştım” gibi. Allah’a yakın olmak onlar için çok mühim mesele. Normal bir insan bunu düşünmez bile. “Beni patronum tasvip etsin, karım sevsin, çocuklarım hürmet etsin yerine bunlar “Allah bana kulum der mi?” derdinde.

ŞEYH VARDIR, ŞEYH VARDIR

Peki, nasıl yardımcı oluyorsunuz onlara?

(Sigarasından derin bir nefes alıyor, bana biraz yan bakıyor, yanlış bir şey mi sordum diye hafiften ürperiyorum. Sessizlik uzuyor, tedirginliğim artıyor) Ah... Bazı hakiki şeyhler vardır, Allah-ü Teala’nın lütfuyle ve biraz da kendi gayretleriyle Allah-u Teala onları -ölmeden evvel- gidilmesi icap eden yere götürür. Hani Resulullah ölmeden evvel ölünüz diyor ya.

Hı hı.

İşte öyle, hayattayken onları öldürür ve geri getirir. O kimseler oraya gitmiştir, yolu bilir. Geri yollar ki başkalarına da kılavuzluk etsin. Ve o zatı muhteremler, hakiki şeyhler, ihvanının ellerinden tutar ve “hadi sizi benim gittiğim yere götüreyim” der. Bizim gibiler ise, öyle kimseleri tanıyıp, onlardan yolun nerde olduğunu öğrenip yahut da planını haritasını alıp ihvanına “hadi biz de gidelim” der. Biz onlardanız.

HASAN ALİ YÜCEL: MİS GİBİ DİNİNİZ VAR

Allah’a ulaşmanın binbir yolu var ama günümüz dünyasında bunu vaad eden, iddia eden kılavuz sayısı da hiç az değil, özellikle tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de dini içeriği olmayan bir mistisizm, bilhassa uzak doğu mistisizmi yaygınlaşıyor. Aramış ve hakikati bulmuş bir insan olarak arayıştaki bu insanlara ne dersiniz?

Biz bunu 20 yaşımızda Bülent Ecevit, Can Yücel ve başka ahbaplarla yaptık. Ama çocukken yaptık, aptalken yaptık, enayiyken yaptık, eşekken yaptık. Bir şey icat ettik. Adına da “burjuva mistik” dedik.

Bir gün Hasan Ali Yücel (Rahmetullahi aleyh) evimize geldi, oğluyla aynı evi paylaşıyoruz. Ona bundan bahsettik, “Ulan” dedi “ne halt işliyorsunuz. Ne burjuva mistiği? Mis gibi Müslümanlık var, mis gibi tarikat var. Deli misiniz kendi kendinize din icat ediyorsunuz?”. (Anlatırken gülüyor). Ha? Ben bunu söylerken Taoizmci Budizmci lanetlemiyorum fakat Hasan Ali’nin dediğini diyorum. Allah-u Teala bazıların göre 114 bazılarına göre 224 bin peygamber yollamış. Bunun mührü, en sonuncusu olarak da Efendimiz (S:A:V)’i göndermiş. Allah-ü Teala o 224 bin peygambere ne öğrettiyse, gönderdiği kitaplarda her ne var idiyse hepsi Kur’anı Kerim’de. Şimdi elimizde bu varken, o eski, tahrif edilmiş olanla, Yahudi Hıristiyan olmakta, Budist olmakta ne mana var? O, akılsızlıktır, oyun oynamaktır, oynadığım için biliyorum. Hasan Ali böyle diyor, belki onun sözünü benden iyi dinlerler. Kimi onun için komünist der,  kimi bilmem ne der ama o büyük bir adamdı. Allah rahmet eylesin.

CAN YÜCEL BOHEMDİ, İYİ ŞAİRDİ

Oğlu Can Yücel’i nasıl bilirsiniz?

Allah ona da rahmet eylesin. Can hakikaten büyük şairdi. Bohemdi. Babası maarif vekili olduğu için -biz Londra’dayken- o Oxford’da mıydı, Cambridge’de miydi şimdi hatırlamıyorum. Hepimiz bir yerdeydik de kimse mektebe gitmezdi. Pek iş güç sahibi olamadı. Evlendi çocukları oldu. Sonraları Kandilli’de otururdu, gittik gördük. Bilmiyorum, hayatından memnun muydu? Solcuydu, o da eh yani, bizim solculuğumuz gibiydi. Çok severdim Can’ı. Ama azıcık bohemdi, mesuliyet sahibi değildi. Hatta güzel bir hikaye anlatayım. “Amerikan bilgi merkezi” gibi bir yer vardı, çalışıyordum. Orada nasıl cadı, bir Amerikan karı vardı, patronumuz. Ben neyse idare ettim. Oradan basın yayına geçtim. Can’ın işi gücü yok, mangırı da yok. Dedim, gidiyorum gel işi sen al. Daha ikinci günde kızmış karının üzerine mürekkep atmış. (Nasıl gülüyor) İşten atıldı. Böyle bir arkadaştı. Allah rahmet eylesin.

BÜLENT, RAHŞAN YÜZÜNDEN SİYASİ OLDU

Bülent ve Rahşan Ecevit de arkadaşınızdı. Onları nasıl bilirsiniz?

Bülent dünyanın en güzel, en nezih, en akıllı insanıydı. O da çok iyi şairdi, benden çok iyiydi. Onunla arkadaşlığımız kolejde oldu Londra’da oldu. Vekil vükela olunca az görüşür olduk, ben de Amerika’ydım. O bence Rahşan Hanım’ın tesiriyle siyasi oldu. Yoksa Bülent pek öyle siyasi olacak kimse değildi. İnce ruhlu şair bir adamdı. Biz Beyoğlu’na çıkardık, azcık kafayı falan çekerdik, o çay içerdi!

Siz ihtida ettikten sonra, arkadaşlarınız nasıl karşıladı seçiminizi?

Hiç. Normal gördüler. Ama ehli tasavvuf olmak demokratken bilmem ne olmak gibi geldi onlara. Pek de ciddiye almadılar.

Amerika’da değil burada olsaydınız, Cerrahi tarikatının şeyhi olsaydınız…

Ne güzel olurdu. Şeyh olmaktansa derviş olaydım. Ah nerede o dervişlik.

NANİK! YOK ÖYLE MÜSLÜMANLIK!

Türkiye Müslümanlarını nasıl görüyorsunuz?

Geçen gün gazetede okudum. Profesörün biri tetkik etmiş yazmış. Hem okudum hem güldüm hem de adama hak verdim. Diyor ki “Türk Müslümanı namazını kılar, orucunu tutar, zekâtını öder, sonra ne isterse yapar”. Öyledir ama bu sadece Türk Müslümanı için geçerli değil, Pakistanlısı da öyle Suriyelisi de. Hepsi “Namazımı kılıyorum, orucumu tutuyorum ben cennetliğim” der. Bekle öylesin! Nanik! O kadar kolay olaydı -Efendim öyle derdi- Allah cehennemde maydanoz mu yetiştirecek? Yalan söylemeyeceksin,  sahtekârlık yapmayacaksın, herkesi kendinden ala bileceksin, çalışacaksın. Bunların hepsi farz.

Bir de hep dendiği gibi “kalbi temiz olma hali” var?

Ben öyle diyenlere “çıkar göreyim” diyorum. Benim kalbim temiz değil, Allah biliyor kimden saklayacağım. Vesveseden Allah’a sığınmak lazım. Ben şimdi burada otururken Amerika’daki ihvanımı düşünsem, bu da vesvesedir. İlla fena bir düşünce olması gerekmez. Vesvesenin yegane çaresi meşgaledir. Çok çalışacak çok insan göreceksin. O zaman vesvese etmezsin.

KÖTÜ GÖRÜNSE DE ALLAH İYİ YAPAR

Dünyanın gidişatını nasıl görüyorsunuz?

Allah ne yaparsa iyi yapar. Kötü görünüyorsa da iyidir.

Ama kullar-insanlar yanlışlar yapıyor? Sizin de vaktiyle tavır aldığınız savaşlar sürüyor. Güçlüler güçsüzleri öldürüyor, eziyor. Kapitalizm dünyanın her yerinde hüküm ferma ve daha çok kâr için ölçüsüz ve ahlaksız bir tüketim teşvik ediliyorken dünyanın yarısı açlıktan ölüyor. Küresel ısınma ve iklim değişikliği geri döndürülemez bir noktaya doğru gidiyor… Bütün bunlara bakınca dünya iyice yaşanmaz bir hal aldı diye düşünmüyor musunuz siz de?

Yok. Allah-ü Teala istemezse yaprak dahi oynamaz. İslam tarihinde Hacca-ı Zalim diye biri varmış. Abbasiler zamanında Bağdat valisi, kılıçla mızrakla 250 bin Müslüman katletti. Annesi bile oğlundan nefret ediyordu. Bir gün anasıyla oturuyor. “Ana” diyor “sen benden nefret ediyorsun ama bak şimdi ne göstereceğim” diyor. Camdan bakıyorlar. Kılık kıyafeti gayet Müslüman, elde tespih, sakallı bir adam yürüyor. Askerleri yolluyor, adamı getiriyorlar. Abdestten namazdan soruyor. Hiçbiri yok. Mesleğini soruyor Hallacı Zalim. “Susam yağı tüccarıyım” diyor adam. Bu da soruyor, “bir ton susamdan ne kadar yağ çıkar”. Cevap “şu kadar kilo, şu kadar gram yağ çıkar”. “Bir tanesinden ne kadar çıkar”. “Kürdanı batırdığında kürdan ne kadar ıslanırsa o kadar çıkar”. Anasına bakıyor Hallacı Zalim. Sonra diyor adama “çık dışarı”. İki kapı var ama, babı rahmet, babı gazap. Gazap kapısından çıkanın kafasını cellat hemen oracıkta vuruyor. Ama adam bunu bilmiyor ve soruyor “Ya veli hangisinden çıkayım?” Hallacı Zalim babı rahmeti gösteriyor. O çıkıp gidince annesi “madem o kadar kızdın, dünyalık her şeyi biliyor, dini bilmiyor diye, ne diye bu kapıdan çıkarttın”. O da diyor ki “Hadisi şerifi duymadın mı anacım, “nasihat isteyen kurtulur”. O kapıyı sordu, nasihat istedi. Allah nasıl dilerse öyle eder.

GÜLECEKSİN SEVİŞECEKSİN AMA KENDİNE SAHİP OLACAKSIN

Dindarlık bir lokma bir hırka ile yetinmeyi, hayattan el etek çekmeyi gerektirir gibi bir algı vardır. Öyle midir?  

O bizim meşrebimiz değil. Efendimiz derdi ki “hiç ölmeyecek gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahret için çalış”. Biz Halvetiyiz. Halvette bir odaya girip 40 gününü ibadetle geçirirsin. Ama bunu yaparken de hayatını sürdüreceksin, insanların içinde olacaksın, konuşacaksın, gülüşeceksin, sevişeceksin ama kendine de sahip olacaksın. Bu. Benim Efendim “saklanacaksan da başkasının fenalığı sana geçmesin diye değil senin fenalığın başkasına geçmesin diye git saklan” derdi.

HAKİKİ DİNDAR FİZİK KİMYA ŞİİR BİLMELİ

Dine en yakın şey nedir?

Mekteptir. Eğitimdir. Mektepsiz insan bana kalırsa dindar olamaz. Hakiki dindar olabilmek için fizik, anatomi, matematik, tarih bileceksin hatta felsefe bileceksin, edebiyat sanat bileceksin. Ki onunla beraber dinini öğreneceksin. Bazıları çocuklarını sadece hafızlığa Kuran kursuna yolluyor, çocuklar başka da bir şeyden haberdar olmuyor, bu beni hep rahatsız ediyor. Dün hatta bir şey oldu, çok üzüldüm. Kızını zorla böyle okutan bir arkadaşımızın kızı bilgisayardan rezilin teki bir herife âşık olmuş, evden gitmiş! Böyle olur tabi önce kızı eve kapat, sonra o, bir aralıktan ilk gördüğüne âşık olsun. Hâlbuki Allah-ü Teala’nın insanoğluna en büyük bahşi seçme imkanı vermesidir. Biz iyiyi kötüyü ayıramazsak, hangisi günah hangisi sevap bilmezsek, ne halt edeceğiz?

Türkiye’de malum eskimeyen bir tartışmadır İHL’ler. Ama İmam-Hatip okullarının alameti farikası tam da bahsettiğiniz her iki eğitimi de vermesidir…

Tabi göndersin insanlar çocuklarını, Kur’an da öğrensinler. Aşağıda bir imam vardı. Adam doktor olacaktı, bitirecekti neredeyse, bıraktı. Hâlbuki ne güzel doktor bir imamımız olacaktı.

TANRI PARÇACIĞI ALLAH DEĞİL AMA ALLAH’TAN

Tanrı parçacığı bulundu biliyorsunuz. İlk patlamada açığa çıkan enerjinin bir kütleye sahip olduğu o ilk aşamaya dair bir bulgu… Dünya fizikçileri epeydir ortak bir çalışma yürütüyorlardı, bu bulgu, yaratılış anını da açıklamaya yarayacak gibi görünüyor. Ne dersiniz, insanoğlu yaratıcısını fizik üzerinden bulabilir mi?

Ah kızım. Bulması için Allah bunun içine (kafatasını gösteriyor) o beyaz zımpırtıyı koydu. Her şeyin ismini insana öğretti. İnsanoğlu bir şeyi icat edemez. Ama bir şeyi keşfeder. Bu madde mevcuttu keşfetti. Sıkıysa bu maddeyi yapsın bakalım, hadi! O yüzden göğe baktığında, yere baktığında, atoma baktığında bunları görmen bilmen için fizik kimya bilmen lazım. Bütün bunlar Allah değil ama Allah’tan.

KÜRT SORUNU İKTİSADİ VE İÇTİMAİ

Türkiye’nin en büyük sorunu Kürt sorunu malumunuz. Çok kan aktı, çok candı ve hala bir çözüme kavuşamadı. Ne düşünüyorsunuz?

Benim baba soyum şarklı. Allah-ü âlem baba tarafından soyumuzda Kürtlük var. Hanımı 1960 senesinde aldım, Bayburt Siirt Bitlis Van Diyarbakır Erzurum Kars her yere götürdüm. Kürtlerin kalabalık olduğu yerlere gittik. Bozuk. Fakir. kirli... Ne Cumhuriyetten evvel, ne Cumhuriyettin sonra oralara el uzanmadı kızım. Kimse de oralara su götürelim fabrika yol götürelim demedi. Hanım dedi ki “buralar işgal edilmiş yerlere benziyor”. Çünkü askerler ellerinde silahla dolaşıyor. Sonu elbette böyle oluyor. Suç bizde. Bak yine komünistliğim tuttu. Mesele midede. Adamları aç susuz parasız tahsilsiz bıraktık e artık yeter dediler.

Kürtlerin bir kimlik talebi var.

Bu sorunun temeli iktisadi ve içtimai. Vatandaş Türkçe konuş dersen böyle olur. Niye Türkçe konuşsun adam Kürt. Yahudi’ye demiyorsun, Rum’a dokunmuyorsun Rumca konuşuyor ama adam Kürt olunca tutturuyorsun Türkçe konuş. Bırak adam Kürtçe konuşsun ne olmuş yani. Amerika’da farklı dillerden ırklardan dinlerden insanlar bir arada yaşar. Ki burası da öyleydi zaten.

KÜRT SORUNU ÇÖZÜLSÜN MEMLEKET PIRIL PIRIL OLUR

Bugün yaşadığımız pek çok sorunun temelinde, Cumhuriyetin kuruluş yıllarında ulus devletin bir gereği olarak toplumun farklı dokularının üstünün zorla örtülmek istenmesi gösterilir. Ne dersiniz?

O zamandan bu zamana çok şey değişti. Memleket o zaman ki memleket mi? Kürt hadisesi çok müessif bir hadise. İşi gücü bırakıp bu hadiseyi halletmek lazım. Bunu da bitirirlerse pırıl pırıl bir memleket oluruz. Bu iş kavgayla tüfekle olmaz. Kendin gibi bileceksin ki herkesi meseleler bitsin.

BAŞÖRTÜLÜYE KARIŞMAK DİN DÜŞMANLIĞINDAN

Başörtüsü sorununu takip ediyor musunuz?

Çok kızıyorum. Af edersin biri Nişantaşı’nda k.çı açık ya da bikiniyle dolaşınca kimse karışmıyor, bir kız başını örtünce herkes karışıyor. Şaşılacak şey ben bunu bir türlü anlamadım.

Sokakta karışılmıyor ama “kamusal alan” denilen muğlak alanda kısıtlanıyor…

Öyle şey olur mu yahu. Sonra biz bir Müslüman memleketiz. Almanya’da sünneti men etmişler. Müslüman düşmanlığı apaçık. Ama ben hiç hiçbir yerde buradaki gibi İslam düşmanı görmedim.

KARA TÜRKLER ZENGİN OLDU DİYE KISKANIYORLAR

Sebebi ne sizce?

Kıskançlık. Şimdiye kadar biz zavallılar, biz “kara Türkler”, vur suratına tokadı –eyvallah- vur kıçına tekmeyi –eyvallah, diyenler… Ne oldu? Şimdi adam zengin oldu, apartmanda oturuyor, arabası var, tahsil gördü. Ötekilerin hâkimiyeti gitti. O yüzden evvelden hakir görüyorlardı, şimdi acayip kıskanıyorlar, ölüyorlar kıskançlıklarından.

ADAM MAĞARADA MI OTURSUN?

Bu yeni durum yeni bir tartışmayı beraberinde getirdi aslında. Müslümanlar zenginliklerini göstermemeli, komşuları açken tok yatmamalı, ihtiyaç sahipleri varken beş yıldızlı otellerde iftar etmemeli gibi bir tartışma var. Zengin Müslümanlar İslami ölçüler üzerinden eleştiriliyorlar…

Yok öyle yağma. Nanik! Eskiden de öyle derlerdi, Hacca gidip Araplara para yedirme Hava Kuvvetlerine ver diye. Benim bildiğim, zengin tanıdıklarım var, hepsi de zekâtını da veriyor zekâtının fazlasını da. Ötesi kıskançlık kızım. Adam çalışsın çalışsın sonra mağarada mı otursun, niye apartmanda oturmasın ya da havuzlu villada. Başka yerde bu kadar Müslüman düşmanlığı görmedim.

SANAT DİNE ÇOK YAKINDIR

Siz sanatı bıraktınız. Sanat sizi bıraktı mı?

Bırakmadı. Az önce sordun ya dine en yakın şey ne diye. Bir cevabı da sanattır. Sanat insana bilmediği göremediği şeyi sezdirir. Ama öyle herkesin yapacağı iş de değil.

Günümüz Türk şiirini takip eder misiniz, kimleri seversiniz?

Bilmem pek, eskileri tanıyorum. Yeni şairleri de, ressamları da tanımıyorum. Ama geçen sene bir iki galeriye girdim gayet ciddi, beynelmilel seviyede eserler vardı. Ben başka şeyh de tanımıyorum.    

Neden tanımıyorsunuz?

Vaktimiz yok kızım, anca kendi tenceremizde pişen aşla meşgulüz.  

ERDOĞAN’I SEVERİM MEMLEKETİ VE HALKINI SEVİYOR

Siyasilerden kimseyle tanışır mısınız?

Tanımam. Ama Erdoğan tekkeye gelirdi belediye başkanıyken. Severim onu, beğeniyorum. Allah bozmasın. İyi çalışıyor ama azcık daha yumuşasa, güler yüzlü olsa daha iyi olur gibime geliyor. Muhakkak ki memleketi ve memleketin halkını seviyor ve muhakkak ki elinden geleni yapmaya çalışıyor. Odur mühim olan. Allah bozmasın.

UZUN MİNARELİ CAMİLER ÇOK ÇİRKİN

Çamlıca’ya yapılacak camiyle ilgili bir tartışma var malumunuz. Ne dersiniz, mevcut camileri beğenir misiniz?

O uzun uzun minareler çok çirkin. Matematik olarak göğe kadar da çıkabilirsin ama estetik olarak kubbeyi fazla geçmemesi lazım minarenin. Ne lüzumu var, bin dört yüz sene uğraşmışlar bir seviyeye varmışlar. O seviye de Sinan’ın seviyesi. Alasını yapmanın imkânı yok. Şimdi elimizdeki tekniklerle envai çeşit şey yapabiliriz ama estetik olarak ne lüzumu var.

GÖKDELENLER DÜŞMAN ORDULARI GİBİ

Siz eski İstanbullusunuz. Yeni İstanbul’u, İstanbul’un bu halini seviyor musunuz?

Ah kızım, uzaktan şu gökdelenleri görünce diyorum ki, “Allaaaah düşman orduları geliyor”. Neyse ki dışarıda bıraktılar onları, fazla içeriye sokmadılar. Tabi yapacak bir şey de yok. Annem de derdi “Aah nerde o eski patatesler”. Benim sevdiğim İstanbul 250 bin kişiyken, içinde bostanlar, çilek bahçeleri olan İstanbul’du. Şimdi mümkün mü öyle olması? Yine de dünyanın en güzel şehridir İstanbul.

ÇOCUKLARIM MÜRİDİM DEĞİL

Çocuklarınız müritleriniz mi?

Nerde o şans. Bir kızımız var, o gelir Dergaha, Efendimin kucağına doğdu. Öbür çocuklarım, torunlarım, torunlarımın çocukları hep kendi halinde. Allah hidayet versin.

Şeyh de olsa, kul isteyince olmuyor değil mi?

Olmaz. Olmadı.

ÖTE DÜNYA ACEP NE MENEM BİR YER?

Bir son soru: Siz size soruyor olsaydınız, neyi sorardınız?

Bu dünyada ne yapıyorsun, derdim. Ahretin ne olduğunu bilmiyoruz. İnanmıyor değiliz. Ama bir ilmel yakin var bir de aynel yakin. Allah söyledi, var! Gözle görmedik. Gidenler geri gelmedi. O endişenin hepimizde olması lazım ama insan bu yaşa gelince endişe başlıyor “acep menem bir yer?”. O endişe başlayınca bu sefer buranın endişeleri azalıyor.

Endişe dediğiniz şey, korku boyutlarında mı?

Yok, kızım, korku değil merak.

En sık ettiğiniz dua nedir?

Taklitlerimi Allah tahkik eyleye. Bu.