Afganistan.. ‘Diyâr-ı feryâd'u figan..' -2-

Önceki yazıda, 1926-27'lerde, Afganistan'ı kontrolü altına alan, -bugünkü Tâlibân'ın öncüsü sayılabilecek olan- Beççe-i Saka (Sucu/ Saka oğlu) Habibullah'ın hikâyesine ve onun tek seçkin özelliğinin Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı İslâm Orduları Başkomutan Vekili Enver Paşa'nın 'emir eri' olmasından ileri geldiğine, o zamanki Afgan Şahı Emanullah Han'ın, o zaman İngilizlerin elinde olan Hindistan'a kaçtığına değinilmişti.

Ama, Beççe-i Saka, iktidara gelir gelmez, bütün mektebleri kapatmıştı.. (O zamanki kültürel mücadele ve devrim âdetleri de böyleydi.. Hitler Almanyası'nda, bütün aykırı kitablar yakılırken, başka yerlerde de, alfabeler değiştirilip, önceki alfabeler yasaklanarak, bazı halkların, geçmişteki kültür ve medeniyetleriyle irtibatı kesiliyordu. Bunu Azerbaycan'da ve başka yerlerde de gördüğümüzü hatırlayabiliriz..) Beççe-i Saka, 9 ay sonra devrildi ve Nadir Şah ve onun ölümüyle de 1933-1973 arasında, tam 40 yıl, Zâhir Şah, Afganistan yönetiminin başında bulundu. (Zâhir Şah zamanında Türkiye ile Afganistan arasında askerî işbirliği oldukça ileri seviyedeydi ve General Kâzım Orbay, Afganistan Ordusunun modernleştirilmesi için vazifelendirilmişti.)

Zâhir Şah, 1973'de, İtalya'da bir resmî gezide iken, damadı Başbakan Davud Han tarafından kansız bir saray darbesiyle, yönetimden uzaklaştırıldı ve Şahlık rejimine son verilip, Cumhuriyet ilân edildi ve ama, tıpkı bizde de görüldüğü üzere, halk, rejimin adının saltanattan cumhuriyete dönüştürülmesiyle, ülke yönetiminde daha az katı bir yönetim olmadığını görmüştü..

27 Nisan 1978 gecesi Nûr Muhammaed Tarakî adında bir komünist gazetecinin liderliğinde, Sovyet Rusya gözetimindeki yerli komünistler, kanlı bir darbe gerçekleştirmiş ve Davud Han ve ailesi toptan öldürülmüş ve ilk 1 hafta içinde sadece Herat şehrinde ve Müslüman halkın önde gelen isimlerinden 25 binden fazla insan katledilmişti.

*

Komunist Darbe, bütün Afganistan'ı kan gölüne çevirirken, onlarca Müslüman gruplar tesis edilmiş ve ellerindeki dar imkânlara rağmen bu teşkilatlar, müthiş bir dirençle ölüm-kalım savaşı'na girişmişlerdi. Bu teşkilatların başında İkhwan-ul'Muslimîn Hareketi'nin Afganistan'daki temsilcisi oldukları iddiasını taşıyan Prof. Burhaneddin Rabbânî liderliğindeki Cemiyet-i İslâmî ve Gülbeddin Hikmetyar liderliğindeki Hizb-i İslamî geliyordu.

Bu iki teşkilat da gerçek İkhwan-ul'Muslimîn'i sadece siyasî olarak değil, silahlı mücadelelere kadar varan temsil ettiklerini ileri sürüyorlar ve komünist güçlere karşı savaştıkları kadar kendi aralarında da liderlik mücadelesi sergiliyorlardı.

Bu arada, Rus Orduları'nı Pençşîr Vâdisi'nde çivileyip ileri gitmesine olduğu için 'Pençşîr Arslanı' diye haklı bir ün kazanan Ahmed Şah Mes'ûd isimli genç bir gerilla komutanı da, Burhaneddin Rabbânî'nın liderliği altında hareket ediyordu. Ahmed Şah Mes'ûd, cephelerden birinde, en seçkin komutanlarıyla bir sahra toplantısı yaptığı sırada, Hikmetyar'ın Yardımcısı Hâfız Cemâl ve komutanlarınca baskına uğruyorlar ve aralarında Gazi İslamuddin başta olmak üzere nice seçkin gerilla komutanlarından 38'i katlediliyordu.

Artık bu iki aslî 'Cihad Grubu' arasındaki husûmet daha bir derinleşmişti. Nitekim, birkaç ay sonra bu kez de Ahmed Şah Mes'ûd, Hikmetyar'ın -Hâfız Cemâl başta olmak üzere- en seçkin komutanlarından 50 kadarını ele geçirmiş ve onları bir sahra mahkemesinde yargılatmış ve onlarcasına idâm cezası verilmişti. Hikmetyar, Ahmed Şah Mes'ud'a gönderdiği ihtarnâmede, 'Eğer, Hâfız Cemal öldürülürse aramızdaki düşmanlık asla bitmeyecektir..' diyordu.

Ve, Hâfız Cemâl ve diğer bazı komutanlar hakkındaki idâm kararları infaz ediliyordu. (O idâmların sayısının olabildiğince az olması için Üstad Rabbanî'nin Tahran'da bulunduğu sırada Ahmed Şah'a telefonda yalvarırcasına yaptığı tavsiyelerin, -fakîr- bizzat şahididir.)

Ve sonunda Ahmed Şah Mes'ûd da bir suikasdde katledildi, Cumhurbaşkanı olan Rabbanî de.. İrili-ufaklı diğer 'cihad teşkilatları' da yıllarca bir taraftan komünistlere karşı savaşırken, bir taraftan da bir 'birlik oluşturmamak'ta direniyorlar, anlaşmamakta anlaşıyorlardı.

*

Bunları şimdi hatırlatmanın mânası ne mi?

Afganistan, çetin bir coğrafyadır ve orada verilen hattâ müslüman gruplar arasındaki silâhlı mücadelelerde de çok acımasızdır. Bu gruplar arası boğuşma sona ermeyince, 'Tâlibân' teşkilatı, Afganistan halkına bir kurtuluş ümidi olarak sunuldu.

Ama, değişen bir şey olmadı.. Bu, bugün de görülüyor..

*

Son olarak, Afganistan C. Başkanı Eşref Ganî'nin de başkent Kabil'de katıldığı Kurban Bayramı Namazı sırasında bulunduğu bölgeye atılan üç roket, konuyu daha bir gerilimli hale getirmiştir. Ve, 22 Temmuz 2021 Perşembe günü Associated Press'e verdiği röportajda Tâlibân Sözcüsü olarak Suhail Shaheen (Suheyl Şahin), 'Eşref Ganî C. Başkanlığı'ndan ayrılmadıkça silah bırakmayacaklarını ve barış olmayacağını' söylüyordu.

Afganistan konusu çok netâmeli bir konudur ki, Amerika, Rusya, Çin, Hindistan gibi ülkelerin bu ülkedeki elleri ve entrikaları kesilir ve 'Tâlibân' da kendisine hayat veren en temel güç odağı olan Pakistan tarafından kontrol edilirse; Pakistan ve Türkiye'nin bu ülkeye, arzulanan bir düzen getirme çabası, Afganistan halkları tarafından da destek görebilir.

Ama, silahlı mücadele teşkilatlarının kontrol altına alınmasının kolay olacağı sanılmamalıdır.

Afganistan'ın, bizzat Afganistan halkları tarafından da, tarih boyunca, 'feryâd'u figan diyârı' olarak anılması boşuna değildir.

*