Ağaçlardan haber getirdim

Haftanın beş gününü Doğu Anadolu ziyaretlerimizde geçirdiğimiz için sadece iki gün kalıyor İstanbul’a. Takdir böyleymiş, o iki günü de Siyami Ersek Hastanesinde aile yakınlarıma refakatçilik yapmakla geçiriyorum. Hastane bahçesindeki son ağaçları da elinden geldiğince korumaya çalışan Prof. İbrahim Yekeler’e gönül dolusu teşekkürler.

 

Hastaneden bakınca insan, bir garip oluyor. Hayatın gelip geçen yelleri, pencereden göreceğiniz bir ağacın dallarını arıyor. “Geç yürüdün sen” diyor annem, Sarıyer’de Altınkum Plajındaki çam ağaçlarının arasında yürümüşüm ilk. Anneannemin evinin önündeki dut ağacından bahsediyoruz, onun vefatından sonra çok yaşayamamış bir sabah devrilivermişti koskoca dut ağacı. Üsküdar İskelesindeki Palmiye’nin dikildiği zamanları hatırlıyorum beş yaşlarındaydım, “bıyıklı ağaç” derdik ona kız kardeşimle. Ağaç, hatıra ve umut demek hastaneden bakınca. Siyami Ersek’te, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde, Numune’nin bahçesinde son ağaçların gölgesinde, ince teyellerle hayata bağlanmış hastalar... Hz.Musa’nın (a) denizleri yaran asası da ağaçtı. Hz.Peygamberin (s) hitap ederken yaslandığı hurma kütüğü, mescid büyütülünce artık bana yaslanmayacak diye içli içli ağlamıştı. O da bir garip ağaçtı.

Yatağında sürekli boyunun kısalıp her geçen gün küçük bir kuşa benzediğini gözlediğim anneme, pencereden görebildiğim kadarıyla ağaçları veya kalkan vapurları ya da çatı katlarına konan martıları anlatıyorum. Gittiğim gördüğüm yerleri sorunca annem, uzun zümrüt çayırlarını Kars’ın veya Muş ovasındaki bitimsiz gelincik tarlalarını, Malatya’da çiçeklerini giyinmiş kayısı ağaçlarını, Dersim’in dik yamaçlarından akan şelaleleri, Ardahan’ın girişinde sevinçle koşuştuğunu gördüğüm atları anlatıyorum... Her şeyi anlatmıyorum tabii anneme. Kalbi titriyor çünkü, o kalbin ne çok emeği var üzerimizde, her şeyi anlatmıyorum tabii anneme. Ben anneme hep ağaçları, hep atları, hep dağları anlatıyorum, evladı için ağlayan, evladı için iyilik güzellik hayalleri kuran annelerin hikayeleriniyse defterime yazıyorum. Ağaçlar olmasaydı şayet anneme neyi anlatırdım...

 

***

Gola Çeto’daki yatırda ağlaşıp gözyaşıyla dualar eden kadınlarıyla kucaklaştım Dersim’in. Hz. Ali ile Hz. Hızır’ın buluştuklarına inandıkları bir makam burası, iki suyun, iki çayın kavuştuğu bu mekanda, muratların makbul olacağına inanılıyor. Ağaçların dallarına mendillerini asan kızlarla selamlaşıyorum. Kız, her yerde her dilde kızdır. Mahçup gülümsüyorlar, başlarını öne eğip, bekledikleri hayırlı kısmetleri için benden de dua istiyorlar. Kadın da her yerde her dilde kadındır, ağaç gibidir, sanki benim dallarıma takılmış gibi o muratlar, o dualar... Ben de “amin” diyorum. Anne de her yerde annedir, aminler asılıdır avuçlarında annelerin, amin diyorum... “Kuşun karıncanın evidir, toprağın kudret saatidir ağaçlar, baharın geldiğini nasıl anlarız ağaçlar olmasa, melekler eğleşip oturur dallarında” diyor bilge bir nine. Odun için çıktıklarında bile yaşlanmış kurumuş olanlarını seçerlermiş, “baltayı bile bezle çaputla sarıp saklayıp da giderlerdi adamlar, hele ağaçlar baltayı görüp de korkuyla ağlaşmasınlar diye...” diyor. “Ağacın canı vardır bilir misin?” diye gözlerimin içine bakıyor nine. “Vardır” deyinceye kadar da kolumu bırakmıyor.  

 

***

Kavak ağaçlarının gövdeleri konuşur bilir misiniz? Şayet rastlarsanız, kulağınızı dayayıp dinleyin bir gün. İçinde binlerce saat zemberiğinin tıkır tıkır döndüğünü işitirsiniz. Hafif bir rüzgarda, ardınızdan çaldıkları ıslıkları kavakların, hanginizi ağlatmaz?

“Görmedin mi Allah nasıl bir misal verdi. Güzel söz kökü yerde sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaç gibidir.” (İbrahim suresi, 24.ayet)