Ağlamamız bin yıl sürecek, var mı itirazın?

Geçen hafta Manisa’daydık. Yusuf Ziya Cömert, Mustafa Akyol ve Sibel Eraslan’la birlikte, “28 Şubat sürecini” konuştuk.

İki not düşmek istiyorum.

Birincisi, “Ne zaman vazgeçeceksiniz 28 Şubat edebiyatından? Solcular 12 Eylül’de sizden daha çok zulüm gördü ama sizin kadar ağlamadı. Ne oluyorsunuz?” diyen eşhasla ilgili...

Bir defa muhterem, zulmün büyüğü küçüğü olmaz.

Zulüm zulümdür.

Bir kesimin az, bir kesimin çok zulüm görmesi, zulmedenlerin zalim niteliklerinden bir şey eksiltmez.

Bu cümleden olarak, zalim de zalimdir.

Ne zaman vazgeçeceğiz 28 Şubat edebiyatından?

Hiçbir zaman... Ağlamalarımız bin yıl sürecek. Var mı itirazın?

Kaldı ki, “Solcular sizden daha çok zulüm gördü, bu kadar ağlamadı” lafı, sadece bir laftır. Ve boştur.

12 Eylül darbesi, sadece solculara değmedi.

İçeri alınıp da işkenceden geçirilmemiş bir tek MSP İl Başkanı, bir tek MSP İlçe Başkanı, bir tek MTTB yöneticisi, bir tek “Akıncı” teşkilatı üyesi gösteremezsiniz. Evi basılmamış, kitaplarıyla birlikte mevcutlu olarak götürülmemiş bir tek müntesip gösteremezsiniz.

Bu satırların yazarı bile, iki kez gözaltına alınmış, “tekme tokatlı karşılamayla” zor yırtmıştır. Bu satırların yazarının ağabeyi, aylarca süren ağır işkenceden geçmiştir. Mahkûm olmuştur. Yıllarca cezaevi cezaevi dolaştırılmıştır.

Evet, işkence ve tutukluluk bir “kesim” için uzun sürmedi... Çünkü mahkûmiyetle sonuçlanacak eylemlerden uzak durmayı tercih ettiler. Devletin manipülasyonuna gelmediler. Öğlenden önce bir solcunun, öğlenden sonra bir sağcının öldürülmesinde kullanılan silahlara tamah etmediler. Dolayısıyla, içeri alındıkları ve işkence gördükleriyle kaldılar.

Eli kalem tutanlara (12 Eylül öncesinde ve sonrasında) reva görülen 163. madde zulmünü saymıyorum bile.

Necip Fazıl’dan Osman Yüksel Serdengeçti’ye, Şule Yüksel Şenler’den Sadık Albayrak’a, Mehmet Şevket Eygi’den Selahattin Eş Çakırgil’e, Kadir Mısıroğlu’ndan Hüsnü Aktaş’a, Yılmaz Yalçıner’den Ömer Yorulmaz’a (uçak kaçırma hadisesinden bahsetmiyorum), Ali Ünal’dan Mustafa Genç’e, hatta Adil Akkoyunlu’ya (Adil Hoca ağır işkenceden geçmiştir üstelik), ismini sayamadığım onlarca yazar ve mütefekkir 163. maddenin gadrine uğradılar... (163. madde kaldırılınca, yedekte tutulan 312. madde devreye sokuldu ve zulüm mesaisi “kaldığı yerden” devam etti.)

Kapatılan dergiler ve gazeteler.

Kapısına kilit vurulan dernekler, partiler, odalar.

Hain, mücrim, gerici, yobaz diye yaftalanarak kamuoyunun parçalamasına terk edilen milyonlar...

Daha sayayım mı?

Bir de buyuruyor ki muhterem, “Solcular bu kadar bağırmadı...”

Solcuların ne kadar bağırdığını öğrenmek istiyorsan, peş peşe çevrilen 12 Eylül filmlerine, peş peşe yayımlanan “işkence romanlarına” bakacaksın.

Berna Moran der ki, “12 Mart edebiyatı işkence edebiyatıdır, başka da bir şey değildir...”  12 Eylül edebiyatı, ha keza.

Haklı olarak böyledir, çünkü cuntacılar işkenceyi kurumsallaştırmışlardır.

Bu kadar film.

Bu kadar roman.

Bu kadar konser.

Bu kadar Zülfü Livaneli.

Bu kadar “yiğidim aslanım” çığırışı.

Bu kadar fraksiyon dergisi.

Bu kadar toplantı.

Bu kadar panel...

Bu karar legal ve illegal yürüyüş.

Bu kadar Ataol Behramoğlu.

Bunlar neydi? “Bağırmak” değil miydi?

Bütün bu etkinliklerde amaç, “12 Eylül’de yandık bittik kül olduk” mesajı vermek değil miydi?

Demek ki zulmün büyüğü küçüğü olmazmış.

Darbeler sadece “karşıtlar” için değil, “taraftar” olduğu düşünülen kesimler için de zulüm üretiyormuş. Ve “zulüm karşılaştırması” yapmadan önce okumak, öğrenmek, bilgilenmek gerekiyormuş.

İkinci notum Manisalılarla ilgili.

Panel vesilesiyle gittiğimiz kentte çok iyi ağırlandık. Bunu belirtmezsem haksızlık olur. “Çevresi geniş”Abdullah Polat’a ve sevimli Çaykaralı İsmail Aydın’a teşekkür ediyorum.

Manisa’da çok şey gördük.

Bir tek şey göremedik: Manisalı.