Ah be Ahmet abi!

Bir ay içinde iki ölüm haberiyle sarsıldık. Markar Eseyan’dan sonra Ahmet Kekeç’i de kaybettik. Yakınlarına ve TürkMedya ailesine başsağlığı diliyorum. Akşam gazetesi iki değerli kalemini kaybetti.

Markar’la Hırant Dink’in katledilmesinin hemen ardından tanışmıştık. Birlikte pek çok programda yer aldık. Türkiye’nin saldırıya uğradığı son 7-8 sene verdiği mücadeleye aynı grupta yazı yazan meslektaşı ve arkadaşı olarak şahitlik ettim. Markar, sözünden emin olunan biriydi. Bu toprakları yaşarken de ölürken de seven bir vatanseverdi.

Ahmet Kekeç’i ise tanıdığında daha çocuktum. Dönüp yılları sayınca ürkütücü geldi şimdi, 30 yıl olmuş. Lacivert jile ve beyaz gömlekli üniformalarımızla İmza dergisine giderdik, birkaç lise öğrencisi. Lafı eğip bükmeden yazardı yazısını, duman altı odasında.

Biz de nasıl meraklıydık; sanki herkes herşeyi biliyor da bir tek biz geç kalmışız gibi, her gazeteyi, her dergiyi okumaya çalışırdık. En sağından en soluna ayırt etmeksizin hem de…

Fatih’te oturmanın bereketi biraz da, bir entelektüel havzanın içindeydik. Meraklıydık, telaşlıydık ve tabii ki cahil cesareti ile boyumuzdan büyük laflar ederdik.

Sağolsun Ahmet Ağabey, cehaletimizi hoş görür, cesaretimizi beslerdi.

İmza dergisine uğramak, raflardaki kitapları karıştırmak, ikram ederlerse bir bardak çay bitimine kadar sohbet edebilmek benim için en değerli şeydi.

Sanki kan tazelerdim. Eve gelir ve boşa geçirdiğim zamanın hesabını sorardım, “Ah Halime, ne çok okuman gereken şey var” deyip kızardım kendi kendime.

Fatih Kız Lisesi’ne giden 2-3 arkadaştık. Okulumuz ikili eğitim yapardı. Sabah lise, öğleden sonra ortaokul vardı. Haliyle okul çıkışı Beyazıt’taki Sahaflar Çarşısına gidecek, dönüşte de İmza dergisine uğrayacak zamanımız olurdu. Bazen aldığımız kitapları gösterir, üzerine konuşurduk. Bir keresinde Ahmet Ağabey elimdeki kitaplar için “Halime onlar sana biraz ağır değil mi?” demişti.

Nasıl da bozulmuştum; bozuntuya vermemek için de “Yok abi, niye ağır olsun, 4-5 kitabı mı taşıyamayacağım” demiştim. Tabii ki ne demek istediğini anlamış ama anlamazlıktan gelmiştim. Daha da bozmamıştı beni.

İlk yazım da yine o sayesinde İmza dergisinde çıkmıştı. Cahit Zarifoğlu’nun Bir Değirmendir Bu Dünya ve Abdülkerin Süruş’un Biz Hangi Dünyada Yaşıyoruz kitapları hakkındaydı yazılar. Şimdi dönüp bakınca, Ahmet Ağabey haklıydı, bunlar beni çok aşan kitaplardı.

Ama nasıl bir “aslansın kaplansın” muamelesi görüyorduysam; “Anlarım” diyordum, “Yazarım, yaparım…”

Yapamayacağım şey yok sanıyordum…

Öyle işte Ahmet Ağabey bizim idolümüzdü.

Muarızlarına karşı kalemi keskin, lafı dikti. İyi bir polemik yazarıydı. Çok iyi bir edebiyat, yakın tarih ve biyografi okuruydu.

Yıllar sonra onunla aynı gazetede köşe yazarı oldum. Benim için, hayaldi gerçek oldu.

Hastalığı ağır seyretmeye başlayana kadar gazeteye gelmeyi bırakmadı. Odasında sigara eşliğinde yazardı yazılarını. Tıpkı lise yıllarındaki gibi, yine zaman zaman yanına uğrardım. Kah aktüaliteden kah eski günlerden söz ederdik.

Çok güzel bir babaydı aynı zamanda. Kızından ve oğlu sevgili Hakan’dan bahsederken gözleri gülerdi.

Ahmet Ağabeyi tanıdığımda oğlu Hakan, 2-3 yaşlarındaydı. Babasıyla dergiye gele gele genzine matbuat tozu kaçmış ki o da babasının izinden gitmeye karar verdi.

Ahmet Kekeç bir yıldır kanser tedavisi görüyordu. En son iki hafta önce konuşmuştuk, “Aman abi, dikkat ediyorsun değil mi Kovid’e” demiştim. “Evet” demişti, “ediyorum”.

Hele bir hayat normale dönsün Hale ile ziyaretine geleceğiz demiştim.

-“Ha Hale, bizim Hale…”

Nasip kabrineymiş.