Tuhafdýr, ben politik yorum yazmaya önce Almanca olarak baþladým. Radyo yorumlarýydý bunlar. Genellikle standard uzunlukda metinlerdi benden istenen: Ýki otuz, yâni iki dakýyka otuz sâniye sürecekdi okunurken. Bu vesîleyle metinlerin göz karârýyla ne kadar süreceðini tahmîn etmek de ilk öðrendiðim teknik bilgilerden biriydi. Ýleride Almanca radyo yorumu yazacak okuyucularýma ufak bir kýyak olsun diye tüyo vereyim: Boþluklu 60’ar vuruþluk 14 satýr, normal sür’atle okunarak bir dakýyka eder.
Bundan sonrasý artýk sizlere kalmýþ bir þey.
Ýlk acemilik dönemlerimde, 1969/70 filan, Alman editörler þunu tavsiye etmiþlerdi: Herhangi bir hüküm verip de yazýya dökmeden önce mutlakâ zihninizden karþý argümanlarý geçirip hükmünüzü tartýn! Eðer onlara mâkûl cevablar verebiliyorsanýz en sivri sonuca bile varsanýz mesele yokdur. Ama bocalýyorsanýz hükmünüzü behemehâl bir daha kontrolden geçirin!
Bana bunu ilk söylediklerinde biraz garibime gitdiðini îtirâf etmeliyim. Doðrusu bunda öyle þâyân-ý dikkat bir husus görememiþdim. Ýnsan bir hükme varýrken elbet onu tartardý.
Ancak iþ pratiðe dökülünce bu noktanýn dâimâ gereken titizlikle göz önüne alýnmadýðýný da fark edecekdim. Hani derler ya, ceng hâli!
Edisyon müessesesinin ne kadar önemli olduðunu o zaman anladým. Ýnsan tamâmen iyi niyetli de olsa bâzen mecâzî anlamda ayaðý sürçebiliyordu. Bunun absürd bir örneði þimdi yazarken aklýma geldi, onu da nakletmeden edemeyeceðim:
Çok seneler evvel yine Almanya’da bir radyo programý için yarým saatlik bir Atatürk portresi istemiþlerdi. Bu tür hacimli belgesellere “feature”denilir. Her radyo yazarýnýn can atdýðý program türlerinden biridir. Neyse, yazýp teslîm etdim. Editörüm kontrol için metni okurken bir ara baþýný kaldýrýp yüzüme tuhaf tuhaf bakmaya baþladý. Sonra anladým ki metnin bir sayfasýnda Atatürk yerine tam üç yerde Adnan Menderes yazmýþým.
Ne münâsebetle, o sýra zihnimden hangi alâkasýz konu geçdi meçhûlümdür.
Sonralarý Türkçe yazmaya baþladýkdan sonra uymam gereken bambaþka ölçüler daha bulunduðunu öðrenerek bayaðý bir sarsýldýðýmý da eklemem lâzým.
Burada ilâveten bir de “zülf-i yâr” konusu ortaya çýkmýþdý. Yâni yazýnýzýn basýlacaðý gazete ve dergiye göre filanca þahsýn yâhut grubun “rahatsýz” olmasý imkân dâhilinde mi idi meselesi!
Türkiye’nin bu “Üçüncü Dünyâ” niþânesinden kurtulmasý epeyi sürdü ama þükürler olsun ki bugün artýk bizlere adamakýllý yabancý geliyor.
Türk okuyucusu, dinleyicisi ve seyircisi bugün artýk “saldýrmak” ile “eleþtirmek” arasýndaki farký fevkalâde iyi deðerlendirecek tecrübeye sâhib.
Bunun nasýl bir nîmet olduðunu þöyle îzâh edeyim:
Üç hafta kadar önce eski Bonn günlerinden ahbâbým olan siyah Afrikalý bir meslekdaþ, yaklaþýk yirmi yýldýr çalýþdýðý bir basýn-yayýn kurumundan atýldý.
Sebeb, ülkesinin Berlin’i ziyâret eden “büyükler”inden biri hakkýnda yeterince “müeddebâne” bir ifâde kullanmamýþ olmasý.
Bunu öðrenince acý acý gülümsemekden kendimi alamadým. Hani derler ya kendi ömrüm bir film þeridi gibi gözlerimin önünden akdý geçdi.
1981 baþý bir Alman dergisinde yine çok müeddebâne bir ifâdeyle 12 Eylül Paþalarýnýn Atatürk Düþüncesi’yle bir ilgileri olmadýðýný ifâdeye cür’et etmiþdim de yedi yýl memlekete girememiþdim ve üstelik hakkýmda da tutuklama karârý çýkarýlmýþdý.
Ne diyordu Cicero:
“O tempora, o mores!” (Ah o zamanlar, ah o töreler!)
Ýçimden biraz derdleþmek geldi zâhir...