Ahh... Yerden göğe kadar

İnsanların derdini samimiyetle dinlemek, bir dervişe sabrı ve dürüstlüğü öğretir, dertleri işitmeye kalbini açan derviş, yürüdüğü yolda, belki önemli mesafeler kat eder...” Muhyeddin Şekür’ün, Bursa Kitap Fuarına giderken, yolda söylediklerinden...

Siyaset kritiği ve hukuk mücadelesiyle geçen yıllarım içinde “savunma sanatı” dediğim duruşta, beni ciddi olarak düşünmeye sevk eden “kalbin yoksullaşması” ihtimaline götürdü bu cümle... Savunma, bir noktadan sonra sizi karşınızdakine odaklıyor ve ona karşı aldığınız her önlem, sizi bir yandan onun hücumlarına karşı koruyup ustalaştırırken, diğer yandan garip bir ilişki doğuruyor. Mütecavizle aranızdaki bu ilişki, kendinizi savunmadaki başarınız arttıkça, paradoksal bir şekilde sizi ona benzetebilme ihtimali taşıyor. Ben bunu, en çok dil üzerinden yaşıyorum. Bir mağdur olarak kurmaya çalıştığım savunma dili, dönüp baktığımda, beni mağdur eden paradigmanın içinden kuruluyor. Hiç tahmin etmediğim bir evrilmeye, yoksullaşmaya, dil tutulmasına saplayabilir beni bu... Peki ne yapmalıyım?

Sanırım, minder dışındaki diğer dünyaları, yani siyaset, hukuk ve medya olmayan diğer yolları gözden kaçırmayarak deneyebilirim yürümeyi. Bir başka yürüyüş olabilir mi? Ezberin dışına çıkan. Hayatı galibiyet ve yenilgi endeksinden çıkarabilecek bir başka anlam yolu var mı? Neden olmasın?

***

Mantık’ut Tayr’ın bilge kuşlarından birisi, 25. meselde, “varacağımız Sultan’a ne hediye götürsek” diye soruyor reisleri Hüdhüd’e... Hüdhüd diyor ki; “orada olmayan bir şeyi götürmek en kıymetlisidir, su olan yere su, toprak olan yere toprak götürmek olmaz...” Düşünüp taşınıyorlar. Sultana hediye olarak, Ahh’ı götürmeye karar veriyorlar. Çünkü “ahh..” her daim yenidir ve kimsenin ah’ı diğerine benzemez. “Ahh..”, vardığı yere ayak bastığında, onu daha evvel ne gören olmuştur, ne de duyan. O, harikulade ve biriciktir. Kalpten çıkandır, kalbin incisi mahiyetindedir. Kendini savunmadığı halde başlıbaşına bir davadır. Yenilgi olduğu halde başka hiçbir vasıtaya mahal kalmadan perdeleri aşmaya galiptir “ahh..”. Bin tane cümle kursanız, yüz tane kitap yazsanız da ulaşamayacağınız mesafeye, küçücük ama gönülden bir ahh ile varabilirsiniz...

Ataullah İskenderi, meşhur Divan’ında dert’ten bahsederken, bin yıllık nafile ibadetle varılamayacak makamlara, dertten dolayı dökülecek gözyaşıyla ulaşılabileceğinden söz eder.

El hamra Sarayı’nın duvarlarına, “Allah’tan başka Galip yoktur” diye yazdıran hüküm sahipleri, bugün neredeler? Ahh’tan başka neyi götürebildiler ötelere ki biz neyi götüreceğiz yarın gittiğimizde?

***

Gölgeler Koridoru” adlı kitabında Prof. Muhyeddin Şekür’ün “altın iplik” şeklinde ifade ettiği bir anlama teklifi var. Yaşadığımız, tecrübe ettiğimiz her olay, her zorluk, bizi sonraki bir başka evreye hazırlıyor aslında. Bu şekilde anlamaya başlayınca hayatı, savunma dediğimiz şey tek odaklı ve durağan bir ezber olmaktan çıkıp, sürekli yer ve vadi değiştirebilen bir yürüyüşe dönüşüyor. Mağduriyetinize takılıp kalmıyorsunuz, sizi engelleyen, dışlayan, size acı çektiren muhatabınızdan ibaretleşmiyor hayat. Kuşkusuz bu unutmak da değil, şikayet etmemek de. Ama acının içinden geçerek yürümektir belki. Ve elbette sabır isteyen, kendinize dürüstçe bakarak, odaklandığınız mücadelenin sizi kendisine benzetip, esir almasına da izin vermeyerek,  vicdani muhasebeyi sürekli diri tutarak yürümek...

Kendi ahh’ımızdan ibaret değiliz. Diğer ahh’lara da kulak kabartarak... Her ahh’ın yerden göğe yükselen bir karşılığı olduğunu bilerek...

İçinde “ahh”ın yazılı olduğu mektup velev ki Nil nehrine atılmış olsun... Bir gün Musa olup, çıkacaktır kıyılarımıza...