Ahmet Kaya ve çözüm süreci

Ahmet Abi, güzelim,
Bir mendil niye kanar?
Diş değil, tırnak değil,
bir mendil niye kanar?
Mendilimde kan sesleri.

(Edip Cansever)

Çözüm sürecini başlatan Ahmet Kaya’dır.

Allah’a şükürler olsun ki, on ayı aşkın bir süredir bu mesele yüzünden bir evladı daha ölmüyorsa bu ülkenin; hemen herkes “sorun çözülsün, bu yara kapansın” diyorsa, bunu sağlayanların başında gelir o.

Nedenini anlatacağım. Ama önce iki hakkı teslim etmeliyim.

Başbakan’ın konuşmalarında Ahmet Kaya’yı sık sık anması sadece zor gün dostunu özlemesiyle ya da yollarının hayatlarının bir yerinde kesişmesiyle ilgili olmasa gerektir.

Cumhurbaşkanlığının her yıl bir sanatçıya verdiği müzik dalındaki Kültür-Sanat Büyük Ödülü’nü bu yıl Ahmet Kaya’ya vermesi de çok doğru, çok isabetli olmuştur.

Kürt meselesinin çözüleceğine, akan kanın duracağına dair ilk müjdeyi “çok güzel şeyler olacak” diyerek Cumhur’un başı vermişti hatırlarsanız.

O gün bugündür görüyoruz ki haklar gibi ödüllerin de sahiplerine verilmesi işte o güzel şeylere dâhildir.

Dertli Kürt

Başka pek çok nedenden dolayı ayrımcılığa ve baskıya maruz kalsalar da, sırf Kürt olmadıkları için bile -Kürtlere kıyasla- daha makbul bulunan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının sayısı hiç az değildir.

Onlar ve her daim makbul bulunanlar yani Kürt olmayan diğer herkes, uzun zamanlar boyu ülkenin doğusunda ne olup bittiğinden habersiz yaşadı.

Haberdar olan için de ceberut devlet işbaşındaydı.

Böyle böyle geçti yıllar.

Meseleye kan bulaştığında ise devlet ideolojik aygıtlarına biraz daha yüklenmişti bile.

TRT tarihinin en gizemli (karanlık?) programı Perde Arkası’na ve Ertürk Yöndem’in insafına terk edilmiştik.

Coğrafya üzerinde hesabı olan tüm akbabalar dolaşmaktaydı göğümüzde.

İnsanlar gündüz gözüyle faili meçhule giderken, asit kuyularında eritilirken, iki ateş arasında kalmış insanlar karda kışta evlerinden çıkarılırken, ambarları ağılları ceviz ağaçları yakılırken, mezarlarını memleketlerini terke zorlanıp Batıya sürgün geldiklerinde ve apartmanların bodrum katlarında ciğerlerini çürütenin rutubet mi dert mi olduğunu bilmezken...

Husumet doğurmak, kini nefreti artırmak, savaşı kanırtmak, silahın tek çözüm olduğunu dayatmak için ellerinden ne geliyorsa, daha fazlasını yapıyorlardı.

“Leş” diye bahsediliyordu bazı ölülerden.

Öte yanda başka anaların kuzuları, bayrağa sarılı tabutlarda.

Ölünüyordu. Çok fena şeyler oluyordu.

Yaşatmak için uğraşan yoktu.

Meselenin evvelinde ne vardı? Ne olmuştu da böyle olmuştu?

Kimseler anlatmıyordu. Anlatanların sesi kısılıyordu, her yere ulaşmıyordu. 

Sonra bir ses duyuldu dipten derinden.

Dertli bir Kürt ‘bir şey’ söylüyordu. 

Türkçeydi şarkıları ve her mısrası, her notası Kürtlere dair, orada yaşananlara, bize anlatılmayanlara dair bir seziş, bir hissediş bahşediyordu.

Bunu hissedip o yaraya bakmamak olmazdı.

Yarayı görüp de hiçbir şey olmamış gibi arkasını dönüp giden insan olamazdı.

Bu sayede ‘yara’ya baktı Türkiye.

Baktı ve o yaranın kendi yarası olduğunu bildi.

Bildi ve sarmaya girişti. 

O ses Ahmet Kaya’ydı.

Ahmet Abi, güzelim!

İnsan üzülüyor. Bir dönem linç edilen ne çok güzel insanı var bu ülkenin. Say deseniz yakın dönemden iki isim anarım yüreğim yanarak. Biri Hrant Dink’tir diğeri Ahmet Kaya.

Ölümüne bir suskunluğun içinde kaybettiğimiz. Aslında yolunu kaybedenin bizler olduğunu yokluklarında fark ettiğimiz. Katli vaciptir diyenlerin, linç edenlerin, vatanlarını onlara dar edenlerin sonradan nedamet getirmesinin yahut hala küfretmesinin hiç mi hiç kıymeti yok. Değil mi ki Ahmet Kaya’nın hala milyonlarca kez dinlenmeyen bir tek şarkısı bile yok.