Aile deyince, ‘'Görevimiz Tehlike'…

Aileyi 'tehlikeli görev' olarak görenler de var, aileyi bir küçüğün sevgi ve şefkatle büyüyebileceği en doğal ve gerçek bir çatı olarak tarif edenler de... Yeryüzünde her ikisinden de var. İnsanın olduğu her yerde iyilik de vardır kötülük de, çünkü...

Devletlerin aile politikaları olmalı mı? Yoksa devletlerin muhatabı, tekil anlamda bireyler midir? 2025 yılının 'Aile Yılı' ilan edilmesiyle birlikte bu eski tartışma defteri yeniden açıldı. Bu durumu; devletin aileye, dolayısıyla insanlara karışması şeklinde anlamak isteyenlerle, hakikaten devletten aileleri için destek bekleyenler, hiç de eşit olmayan bir terazinin farklı kollarındalar...

Devletin insana karışmadığı yönetimlerde liberal bakış açısı hakimdir. ''Lase pase lase fer' bırakınız yapsınlar- bırakınız geçsinler özdeyişiyle de uzlaşan bir bakış açısıdır bu. Ama bir de sosyal devlet teorisi vardır ki burada devlet, adaleti sağlamak adına güçsüz olanın lehine bazı ayrıcalıklı desteklerde bulunur, yoksullara yönelik vergi indirimleri, yemek yardımları, sağlık destekleri, konut destekleri gibi durumlar, genel sosyal güvenlik çatısı dışında, ciddi şekilde organize edilirler.

Aile konusunda sosyal devlet anlayışıyla çalışan sistemimizin pek tabiidir ki aile politikaları olacaktır ve vardır da... Elbette bu politikalar hakkında eleştiriler de yapılır, demokrasi ortamı gereği olması gerekendir, ama alaycılık başka bir şey... Kadınlar, yaşlılar, engelliler, çocuklar, gençler, öğrenciler, yoksullar, engelli yakınları gibi daha pek çok dezavantajlı kesimler de bu geniş aile politikası kavramının içinde yer alırlar. Bu geniş kesim dolayısıyla da en çok ihtiyaç, iş yükü ve çokça eleştirinin de yüklenildiği hizmet alanlarındandır aile politikaları...

Hizmet spektrumu bu kadar geniş ve çeşitli olan bir kurumun politika üretmemesi, kollarını bağlayarak toplumu seyretmesi de herhalde beklenmez.

Bu yüzden sol enteljansiyanın aile dendiğinde aşağılayıcı, iğneleyici tenkitlerinin hayattan ve gerçeklerden kopuk olduğunu düşünüyorum. Bu iteleme, hor görme meselesi o kadar tanıdık ki (28 Şubattan), geçenlerde hiç de tahmin etmediğim -demokrat ve anlayışlı bulduğum için hayret ettim- bir kadın yazarın aileyi ve aile etrafındaki meselelerin çözümü için zihin ve gönül yoranları ''Kızılcık Şerbeti'ndeki Pembe Hanıma benzetmesi de epey manidardı. (Zaten Pembe Hanım olmadıklarını ispat etmek için 'aile' konusuna hiç ve asla girmeyen muhafazakar kesimin bazı kalemleri için özellikle, büyük bir tenbihtir bu alaycı sözler)

Bir de şu var ki; bizim sol kesim aydınlarımız, evlenirler, çocuk sahibi olurlar, çocukları için cidden mücadele ederler mesela çocuklarının muhakkak 'dışarıda' eğitim almasına dikkat ederler. Ederler de... Sıra bizim gibi halk kesimine gelinceyse konuyu devlet-birey mesafesi gibi bir siyaset teorisinden başlatırlar. Devlet ailelere karışmasın derler mesela. Devlet onların uzağındadır ihtiyaçları da yoktur belki, ama milyonlarca kadının, çocuğun, annenin, ninenin, dedenin ihtiyacı olan şefkat ve destek elidir devlet. Yani anlayacağınız nerede oturduğunuza, nereden baktığınıza bakar devletin manzarası.

Korkmayın, aileyi önemsiyor olmanız sizi TV'lerdeki dizi filmlerde yaka silkilen başı örtülü kadın tiplerine çevirmez. Korkun ki; kalbinizi, vicdanınızı, sorumluluk hislerinizi yitirdiğinizde eksilen siz olursunuz...

Nüfusun yaşlanıyor olması, genç nüfusun teşvik edilmesi gibi meseleler işin politik ve ekonomik kısımlarındandır kuşkusuz. Açık söylemek gerekirse ülkemizde aile meselelerini çözüme kavuşturmak, iyileştirmek için kurulların, enstitülerin çok şey yapacaklarını tahmin etmiyorum.

Ama şiddetin olmadığı, cehenneme çevrilmemiş, çocukların eğitim hakkının çiğnenmediği, yaşlıların, küçüklerin ezilmediği aileleri istemek, herkesin insan onurunu hak ettiği bir toplumun hayali ve niyeti de ''gönül işi'dir diyorum. Bunu belki de dava edinmek gerekir. Çünkü burada politika veya felsefe değil, hayatın ta kendisi vardır.

Hayatın ta kendisi nedir? Bize benzesin benzemesin diğeriyle karşılaştığımız andır hayatın atan nabzı. Solcu aydın arkadaşlar, biraz kendi kabuklarından çıkıp hayatın içine karışmalı başkalarının acılarına, dertlerine, gündelik konularına dikkat kesilip, bir aydın olarak çözüm konusunda nasıl katkıda bulunabilirim diye samimi niyetlerle kendilerini ve imkanlarını sorgulayabilmelidir.

Şöyle not almışım mahkum kadınlarla yaptığım bir mülakattan sonra: 'Unamuno'ya göre hayata yeniden bağlanmak için, en çarpıcı deneyim, ıssız adada ıslak kumsalın üstünde aheste aheste yürürken, ansızın rastlayacağın bir ayak izidir. Gördüğün an, sarsılırsın. Bu görüş anından sonra artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Orada, işte tam o anda, kendi kendinle yapa gelmekte olduğun tüm iç konuşmalar paramparça olur, kendini başkasına çarpmış, değmiş, dokunmuş gibi hissettiğin o anda, "kendim" dediğin şey titrer ve kırılır, yalnız olmadığını anlarsın, kırılarak ve çoğalarak büyürsün hayatın içinde. . .'