Aile içinde tarafları çatıştıran dile dikkat…

Bir anda, aile merkezinden kaydı iş, kadın-erkek çatışmasına, rekabetine hatta karşıtlığına döndü. 

Karşılıklı konuşmaya, birbirimizi anlamaya, aklı başında ve başlangıçtaki amacını unutmayan tartışmalara ihtiyacımız var. Ama bu, sabır ve emek istiyor. Meseleyi konuşmaktan ısrarla kaçınan kesimler var, din bu konuda neyi nasihat ediyor, bu çok önemli bir soru. Aileye ilişkin görüşler çoğunlukla iyilik temennileriyle dolu vaazlarla sınırlı, bunlar elbette değerli, ama ne yazık ki yeterli gelmiyor. Biz o yeterliliği alabilecek durulukta değiliz belki, belki çok karıştı zihnimiz, gönlümüz, ruhumuz. Eski zamanların sabırlı, güçlü, müşfik insanları değiliz ve onların nasihatlerini de tam olarak anlayamıyoruz... 

Öte yandan önümüzde yığılı sözleşmeler, uyum politikaları, istatistikler, anketler, eğilimler, profillerden ibaretleşmiş üstenci dille yapılan değerlendirmeler de, sadra şifa olmuyor. Çünkü Hollanda’da, Danimarka’da değiliz. Hoca nikahı kıyılan, nişan bohçası, kına gecesi olan, doğan çocuğun kulağına ezan okunan bir ülkedeyiz. Avrupa’dan aldım, buraya koydum’la bitmiyor.

Bazı standartlara ihtiyacımız var. Bu hem dünya hukuku için, hem dini fıkıh için geçerli. Ailenin korunması ile başlayıp, kadın haklarının korunmasına evrilen tartışmada, hukuk fakülteleriyle ilahiyat fakültelerinin söz almalarını çok bekledim. Sözgelimi, erkeğin ‘kavvam’lığını, tarihselci yaklaşım dışında açıklamaya kalkan bir ses bekledim. Veya toplumsal cinsiyet teorisini, İslam’daki kavvamlık bahsi üzerinden değerlendiren bir yazı. 

Ailenin yaşadığı darbe, yeni bir mevzu değil. Dolayısıyla bu konuda birbirimize suç atmak yerine, sanayileşme ve kültür ilişkilerine bakmak daha yerinde olur diye düşünüyorum. Sanayileşmeyle birlikte kadın ve çocuk işçilerin emeği ortaya çıktı, ardından sömürüsü tartışıldı ve eşitlik talepleri gündeme geldi. Bu tartışmaların arka formunda; sosyalleşme politikalarıyla bir yandan kendini adaleti sağlayıcı pozisyona çekerken, diğer yandan da özgül ağırlığını artıran ulus devlet oluşumu vardı. Devlet güçlenirken, giderek devlet-baba oluyordu. Babanın görev ve selahiyetlerinin giderek azalmasının başlangıcıydı bu... Babalığın azalması, eksiltilmesi, babadan alınan görevlerin sosyal devlete yüklenmesi, aslında erkek tanımı hakkında ciddi bir krizdi. Ama bu üzerinde çok durulmayan, hatta erkeklere has bir tür hak edilmiş sorumsuzluğu da çağrıştırabilen bir hal olarak bugünlere geldi. Erkekler kendilerini iş dünyası ve ihtisas üzerinden tanımladıkça, çocuklar, yaşlılar, hatta doğa, kadına kaldı. Erkek cinsi giderek iş ve para alanında sıkıştı.

Günümüzde kadınlar, iş ve kariyer dünyasında hızlı bir ilerleme içinde. Dünya varsıllığı hala erkeklerin elinde fakat bu durumu paranteze alabilecek başka bir atak yaşandı, yaşanmakta. Kadınların, dünya varsıllığından yeterince pay alamamalarına karşın, çocuklarıyla, yaşlılarla, doğayla kurdukları sahici iletişim sayesinde, başka bir erk alanı doğdu. Kadınların, çocuklarını doğurduktan sonra erkeğe ihtiyaçlarının kalmadığını düşünen yeni bir jenerasyon var. Boşanmaların ardından çocuklarını da alıp, anneleriyle veya kadın akrabalarıyla yaşamaya karar veren ciddi bir yekun var karşımızda. Ataerkil toplum eleştirisi yaparak geldik bugünlere. Oysa tüm dünyada anaerkil-çocukerkil bir gündem var. 

Aile bitti, mahvoldu derken, çağa has bu dönüşümleri çok iyi okuyabilmek gerekiyor. Öte yandan mahremiyetsizlik adeta sosyal bir pornografiyle eziyor, örseliyor hepimizi. Kadın ve erkek arasındaki çekim kuvveti eski dönemlerdeki kadar kuvvetli değil. Suni ve laboratuvar şartlarında döllenme teknolojisinin geldiği çarpıcı düzey ortada. Kadın ve erkeğin birbirini ittiği bir gelecekte sorun; insansızlık olacaktır. Tüm bunlarla birlikte düşünülmeli aile mevzuu…