AK Parti nasıl oldu?

AK Parti “kendi sağına” yaklaştıkça toplumdaki desteği ve dolayısıyla aldığı oy artıyor. 2002’den bu yana çizdiği grafik eğrisine bakınca bunu çok net görüyoruz. AK Parti’nin dün yapılan 4. Büyük Kongresi’nde belirginleşen siyasal kimliğinin oluşumunu işte bu “kendi sağına doğru genişleme stratejisi” sağladı.

Tayyip Erdoğan ve arkadaşları yeni bir partiyle halkın karşısına çıktıklarında o günün bilinen zorunlulukları yüzünden sağ taraflarında epeyce geniş bir alan bırakmak zorunda kaldılar. 28 Şubat süreci henüz sona ermemişti ve yeni siyasi hareketin hem içeride hem dışarıda meşruiyet elde edebilmesi birtakım tavizlere ihtiyaç duyuruyordu. Milli Görüş çizgisindeki partilerin hep bir meşruiyet sorunları olmuş, bürokratik oligarşinin husumetiyle karşılaşmışlar, askeri darbelere maruz kalmışlar, yargı müdahalesiyle kapatılmışlardı.

28 Şubat sürecinde Refah Partisi’nin kapatılmasından sonra kurulan Fazilet Partisi 2002’de sahneye çıkacak AK Parti modelinin prototipiydi aslında. Vitrinde milli görüş geleneğinden olmayan “ılımlı” ama “muhafazakâr kimlikli” siyasetçilere de yer verilen, geçmişte baş ağrıtan sloganlara itibar etmeyen, çatışma yerine uyumu öne çıkaran, “yumuşak” bir üslupla derdini anlatmaya çalışan bir siyaset deneyimi... Ne var ki bu deneyim sürdürülemedi. Hem içeriden hem dışarıdan gelen darbelere dayanması zordu. Dışarıdan gelen yargı darbesiyle kapatıldı zaten.

Aslında Tayyip Erdoğan’ın daha Refah çatısı altında, hemİstanbul İl Başkanlığı döneminde hem de Belediye Başkanlığı sırasında uygulamasının ilk örneklerini vermeye çalıştığı bu siyaset anlayışı iki tespite dayanıyordu: Bir, Toplumun mümkün olduğunca daha geniş kesimlerine ulaşmak gerekiyordu. İki, Hem halktan oy almak için hem de müesses nizamın şerrinden korunmak için yeni bir siyaset diline ihtiyaç vardı. Yani: Bazı odakları irrite eden konuların gereksiz yere gündeme getirilmesinden kaçınılırsa ve çatışmacı değil, uzlaşmacı bir dil kullanılırsa kendilerini tehdit veya tehlike olarak algılayan kesimleri ikna etmenin veya hiç değilse sakinleştirmenin mümkün olabileceğini, bunun sonucunda da daha geniş bir toplumsal kesimin desteğiyle iktidara gelmenin ve buna statükonun müsamahasını sağlamanın yolunun açılacağını düşünüyorlardı.

Bu yaklaşım AK Parti’nin izleyeceği siyasetin de habercisiydi. Ne var ki zorunlulukların ve o günün şartlarının gereği olarak izlenen bu siyasetin bedeli AK Parti’nin sağında kayda değer bir muhalefetin bloklaşması oldu. MHP, BBP ve Saadet gibi partilerin yanı sıra daha önce merkezi temsil eden ANAP ve DYP de bu süreçte iktidar partisinin sağında konumlandı. İktidarın AB ve Kıbrıs politikaları bir taraftan, 28 Şubat atmosferinin süregelen etkisi öbür taraftan milliyetçi-muhafazakâr sağda tedirgin bir kitleyi belli bir süre AK Parti’den uzak tuttu. Sağda AK Parti’nin oy aldığı kitle kadar oy alamadığı bir kitle daha vardı.

Bu kitlenin bugünkü iktidar partisine yönelişini büyük ölçüde 2007 seçimlerinin hemen öncesinde meydana gelen bir dizi gelişme sağladı. Elbette AK Parti hükümetlerinin çeşitli alanlarda halkın onayını alan icraatı ve bu arada 1 Mart tezkeresinin reddedilmesiyle özellikle “sağ”dan gelenen geçerli muhalefet argümanı olan “gayrı milli” suçlamalarının boşa çıkmasının etkisini unutmadan söylemek gerekirse, seçilmiş hükümete karşı kurgulanan antidemokratik girişimler halk nezdinde ters bir tepkiye yol açtı. Özellikle cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında sergilenen tavırlar 2007 öncesinin seçim tahminlerini de alt üst eden bir sonuç çıkardı ortaya. AK Parti’nin kendi sağındaki partilerin tabanını kazanmasına yol açtı.

2007 seçimlerinin ardından AK Parti siyasal kimliği ve çizgisi konusunda daha rahat bir tavır sergilemeyi kolaylaştıran bir özgüvene kavuştu. Son seçimde Alparslan Türkeş’in oğlunu aday yapan, bugün Numan Kurtulmuş ve arkadaşlarını partiye kazandıran stratejinin zemini oluştu.