Akif Emre’ye rahmetle…

Yollarımız 90’ların ortasında, Kanal 7’nin kuruluş yıllarında kesişmişti. Bir avuç genç ve idealist insan, gece gündüz demeden, babamızın işi olsa sahiplenmeyeceğimiz bir sahiplenişle, gece gündüz çalışıyorduk.

Heyecanlıydık, inançlıydık, dünyayı kesin değiştirecektik. 

Akif Emre’yi hepimizin aynı heyecanla heyecanlandığı o günlerde tanıdım. Hep saygı duydum. İlkeli, ahlaklı, dertli biriydi. İyi bir Müslüman, iyi bir entelektüeldi.

Vefatını büyük bir teessürle öğrendim ve elim başka bir şey yazmaya gitmedi. İstedim ki Akif Emre’nin artık sustuğu bu yerde, onun sözünü çoğaltayım…

Çürüme de umut da hep olacak” başlıklı yazısı tazecik. 18 Mayıs tarihli. Yazıyı “yazının da bir kaderi var” dediği yerden –ürpertiyle- kopartarak alıntılıyorum buraya.

Mekanı cennet olsun. “İnna lillahi ve inna ileyhi raciun”.

***

“Elimizi uzattığımız her şey çürüyor. Belki de dokunduğumuz için biz çürütmekteyiz. Gördüklerimiz kirleniyor. Baktıklarımız bizi kirletiyor, içimizi…
İşittiklerimizden dolayı, bildiklerimizden dolayı acı çekmeye başlıyoruz. Birebir şahit olamasak bile... Acı çekmeye icbar ediliyoruz sanki ya anlatılanlar gerçek olduğu için yahut gerçek yerine sahte gerçekler ikame edildiği için.
Bu denli yozlaşma, çürümeye mahkûm olmak duygusu bizatihi insanın içini kemiren bir şey. Sadece insan teki olarak her birimiz değil toplum da içten içe çürüyor. Korozyona uğrayan metal aksam gibi temas ettiğimiz hava çürütüyor. Soluklanırken damarlarımızdaki akışın pelteleştiğini hisseder gibiyiz..
Bunca karamsarlık kuşatmasına maruz kalmamızın asıl nedeni de birilerinin bunları hiç düşünmüyor olması, tam anlamıyla şenlikli bir zafer havasını yaşıyor olmaları. Çürürken bile zafer takı kurduğunu düşündüren bir muhayyile hakim.
Her şeyin bir kuşku sebebi olduğu ortamda sağlıklı düşünmek, davranmak mümkün mü? Ya da her şeyin olağanlaştığı, her tür çürümenin normal karşılandığı bir ortamda normal davranmak ne kadar normal bir şeydir?
Oysa hayat bulmak, yaşanmaya değer hayatı sunmak iddiasındaydık gençliğimizin o delişmen günlerinde. Bedenimiz fiziğimiz yaşlansa da içimizdeki o delişmen halimizle diri kalmayı başarmıştık.
'Seni öldürmeye gelen sende dirilsin diyen bir özgüvenin diriltici soluğuyla birbirimizin gönüllerini ferahlatıyor, yeşertiyorduk oysa. Ciğerlerimize çektiğimiz hava içten çökertiyor, dışarıya üflediğimiz soluk öldürücü bir zehir gibi solduruyor.
Hayatın, benliğin, varoluş idrakinin bu denli pörsümeye yüz tuttuğu, değerlerin tersine çevrildiği bu hal sadece dışımızda bize dayatılanlardan mı kaynaklanıyor? Yoksa bizatihi kendi özümüzle, onun beslediği çevreyle, siyasayla, toplumla kurduğumuz ilişkilerin sonucu muydu? Böyle bir hal üzere olmanın kaçınılmaz oluşu diye bir açıklama tarzı mümkün müydü? Yoksa içinde bulunduğumuz haleti ruhiye bize böyle bir dünya mı takdim ediyordu? Yoksa her şey bir yanılsamadan mı ibaretti?
Her iki durumda da insanın hakikat algısı, hakikate olan inancı elinden gitmeye mahkûm. Ortada ciddi bir anlam kayması daha doğrusu her şeyi anlamsızlaştıran bir absürtlük yaşanıyor demektir.
Bir çıkış olmalı, yoksa bir sanrı uğruna ruhları bir sam yeli kasıp kavuracak. Polyanna mutluluğu oynamak ne kadar aptalca geliyorsa nihilist bir içe çöküşün karanlık sularında boğulmaya kendimizi, toplumu mahkûm etmek de o derece anlamsız, hatta saçma olacaktı..
Dokunduklarımızı çürüten, işittiklerimizden gördüklerimizden dolayı içimizi, dışımızı karartan her ne varsa ya da neyin var olduğunu düşünüyorsak, bize öyle gelen her ne varsa her şeyi tepetaklak edecek bir silkinişle ölü toprağını üstümüzden atmakla işe başlamalı mesela. Sahte bir hakikat sunan kurguyu sorgulamakla işe başlayabiliriz mesela. Her şeyi yeniden konuşma cesaretini takınarak.
“Ne ki sahte hakikatlerin kararttığı çevremizde, dört bir yanımızı kuşatan yalancı mutlulukların perdeleyemediği, hayata anlam katan, kendi özümüzü hatırlatan bir ses, bir tebessüm, dokunduğu yerde bereketi yeşerten bir el mutlaka olacaktır.”