Akiller Heyeti Güneydoğu Anadolu Grubu Başkanı Yılmaz Ensaroğlu: Çekilme başlayınca bölgede yüzler güldü




Ensaroğlu: Bölge halkı farklı kesimleriyle birlikte sürece tam destek veriyor. ’99 kabusu’ tekrar yaşanır mı diye korkuluyordu ama çekilme sorunsuz şekilde başlayınca halkın gerçekten rahatladığını gördük.


 


Türkiye toplumunun fikrine danışmak için Çözüm Süreci’nin önemli bir evresinde devreye sokulan Akil İnsanlar Heyeti geçen hafta içinde çalışmalarını tamamladı, raporlarını sundu. Ülkenin yedi bölgesinden toplanan tespit ve önerilerin hem sürece hem de Türkiye’nin demokratikleşmesini kemale erdirme ve ilk sivil ve eşitlikçi anayasasını yapmasına yardımcı olması, yürünecek yolda rehber olması umuluyor.


Türkiye’nin bütününden büyük bir çözüm isteği ve iradesinin yükseldiği bu raporlar aracılığıyla bir kez daha görünür oldu. Bu durum, kararlılığı ve mukavemeti artıracaktır. Ama özel olarak süreci yüzde 100 oranında destekleyerek “halay başı” olmayı kimseye kaptırmayan Güneydoğu Anadolu bölgesinde durumun detayları ne? Bölge halkı ne düşünüyor, ne hissediyor, ne istiyor? Son zamanlarda sıklaşan kimi provokasyonların anlamı ne, sürece etkisi ne olur?


Akiller Heyeti Güneydoğu Anadolu Grubu Başkanı, Yılmaz Ensaroğlu ile konuştuk. Mazlumder’de uzun yıllar insanhakları konusunda çalışan, başkanlık da yapan Ensaroğlu halen SETA’da Hukuk ve İnsan Hakları Direktörü olarak çalışmakta.


 


Bölgenin sürece dair fikrini, algısını, önceliklerini bir kaç cümle ile söyleyecek olsanız ne dersiniz?


Hemen şunu söyleyerek başlayalım isterseniz: Bölge, tüm farklı kesimleriyle sürece tam destek veriyor. Farklı etnik ve sosyal gruplardan, siyasi eğilimlerden, değişik sektörlerden on bir binin üzerinde insanla görüştük; hiç kimse farklı düşünmüyor. Yıllardır yaşanan sorunun demokratik barışçıl yöntemlerle çözülmesi konusunda toplumda tam bir mutabakat var. Farklı kesimlerin, değişen beklentileri, kaygıları veya öncelikleri olsa da, en çok ortaklaşılan ve öne çıkan kaygının, sürecin kesintiye uğraması ihtimali olduğunu söyleyebiliriz. O yüzden de herkes, Hükümetin bir an önce bir şeyler yapmasını, en azından sürecin arkasında durmayı sürdürdüğüne dair bir irade beyanında bulunmasını bekliyor, istiyor.


ANDIMIZI KALDIRMAK BİLE BİR İŞARETTİR


Bir öncelik sıralaması var mı peki?


Şöyle bir özet yapabiliriz: Sembolik değeri, anlamı olan bazı adımların geciktirilmeden atılması, örneğin ilkokullardaki öğrenci andının kaldırılması, Uludere/Roboski olayının faillerinin bir an önce bulunarak yargılanmalarının sağlanması ve ailelerin gönlünün alınması; dağlara, şehir girişlerine yazılmış kimi milliyetçi sloganların kaldırılması; cezaevlerindeki hasta tutuklu ve hükümlülerin sorunlarının çözülmesi, KCK davalarından tutuklu siyasetçilerin serbest bırakılması, koruculuğun kaldırılması, kültürel kimlik haklarının tanınması gibi birçok talep sıralanıyor ve öncelik sıralaması da, siyasi veya sosyal tercihlere göre değişebiliyor. Raporumuzda bu taleplere detaylıca yer verdik.


BÖLGE HALKI İÇİN SİLAH TARİH OLDU


Çatışmasızlığın kalıcı hale gelmesi için ne bekleniyor bölgede?


Çatışmasızlığın kalıcı hale geleceğine dair kuvvetli bir eğilim ya da temenni var. Deyim yerindeyse, Güneydoğu’da herkes, silahlı mücadele döneminin kapandığını düşünüyor. Özellikle Abdullah Öcalan’ın Nevruz mesajında, silahın devrinin kapandığına, bundan sonra artık fikirlerin, siyasetin konuşması gerektiğine dair sözleri, bu kanaati ya da umudu ciddi ölçüde besleyip güçlendirdi. Bununla birlikte, çatışmasızlığın kalıcı hale gelmesi için, hükümetin bir an önce bir şeyler yapması ve çözüm sürecinin kesintiye uğramaması gerektiği kanaati bölgede hakim. Biraz daha somutlaştıracak olursak, silahlı PKK’lıların çekildiğinden ve bir daha silahlı eylemlere başvurulmayacağından hem bölge halkının hem bütün bir toplumun emin olması gerektiğinin hemen herkes farkında.


STATÜ SİHİRLİ KELİME AMA HAKİM GÖRÜŞ ORTAK VATAN


Statü talebi değişmez bir talep. Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi bu talebi karşılar mı? Tam olarak nedir beklenti?


Haklısınız; statü, adeta sihirli bir kelimeye dönüşmüş durumda. Ancak statüyle kastedilenin ne olduğunu sorduğunuzda, bunun çerçevesi belirlenmiş ya da belirli somut bir muhtevaya kavuşturulmuş bir terim olmadığını hemen anlıyorsunuz. Nitekim statüyü, vatandaşlığa indirgeyenler olduğu gibi, Kürtlerin kendi kendini yönetmesi olarak tanımlayanlar da var. Bunu biraz daha açmalarını istediğinizde, talep edilenin, esasen ademi merkeziyetçilik, yani merkezi yönetimin bir kısım yetkilerinin yerel yönetimlere devredilmesi, dolayısıyla yerel yönetimlerin, yerel demokrasinin güçlendirilmesi olduğunu görüyorsunuz. Elbette Kürtler için ayrı bir devlet talebinde bulunanlar veya federasyon isteyenler de var ancak Kürtler arasında yaygın ve güçlü eğilim, Türkiye ortak vatanında, eşit, özgür ve onurlu yurttaşlar olarak kendi kimlikleriyle yaşamak doğrultusunda. Dolayısıyla yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, bu talebi önemli ölçüde karşılayacaktır. Hatta görüştüğümüz bazı BDP yetkilileri, AK Parti’nin geçmişte gündeme getirdiği ama yasalaştıramadığı kamu yönetimi reform yasasının, bu konudaki talepleri karşılamada oldukça yeterli olacağını beyan ettiler.


EGE HIZDAN RAHATSIZ, BÖLGE İSE SABIRSIZ


Ege bölgesinde çözüm sürecine ilişkin olarak hızdan dolayı dile getirilen bir rahatsızlık vardı. Bölgede ise sabırsızlık var diyorsunuz. Ülkenin iki bölgesindeki bu takvim farkına ilişkin öneriniz olur?


Bu takvim farkı gayet normal. Çünkü bir taraf, yıllardır büyük acılar yaşamış ve bu süreç riske girmeden, sorun kalıcı bir çözüme kavuşsun istiyor. Bütün Güneydoğu’da bu konuda gerçekten büyük bir heyecan ve sabırsızlık var. Buna karşılık, Ege veya diğer bölgelerimizde yaşayan pek çok kimsede de, çözüm sürecinin sonucuna dair kimi endişeler var. Onlar da doğal olarak, çözüm ne kadar ağır seyrederse o kadar kârdır diye düşünüyorlar. Doğru olan ve siyaset kurumunun gerçekleştirmesi gereken ise, bir tarafın haklarını, taleplerini güvence altına alırken, diğer tarafın da korkularını gidererek bu iki yaklaşımı belli bir dengede buluşturmaktır. Ancak bu yolla, yeni toplumsal krizlere yol açmadan, mevcut sorunlarımızı çözebiliriz.


YABANCISI OLDUĞUMUZ BİR SÜREÇ BU


Süreçle ilgili Doğu, Güneydoğu Anadolu bölgesinde ya da daha spesifik olarak PKK tabanında “ne yani zafer değil mi bu, henüz bir şey kazanmadık” denirken, Türkiye’nin diğer bölgelerinde, spesifik olarak mesela Egede "PKK'ya karşı yenilmişlik duygusu yaşamak istemiyoruz" diyen de vardı. Bu duygu dengesi nerede nasıl kurulur?


Yaşadığımız süreç, esasen bir çatışma çözümü ya da bir barış sürecidir. Bu süreçlerin kendine özgü nitelikleri ve gerekleri vardır. İtiraf ve kabul edelim ki, çok yabancısı olduğumuz bir süreci yaşıyoruz. O yüzden de çatışma veya savaş dönemlerine özgü tutum ve alışkanlıklarımızdan hemen kurtulamıyoruz. Yıllarca savaştığınız, şeytanlaştırdığınız, aleyhinde her türlü propagandayı yapıp yaptırdığınız muhatabınıza, dostluk elini uzatıp tokalaşmanın, barışmanın yollarını arıyorsunuz. Eski söylem ve tutumları bir anda terk etmeniz çok zordur. Yıllarca savaşanların bir anda barış havarilerine dönüşmesini bekleyemezsiniz. Çünkü kendi psikolojileri bile buna izin vermez. O yüzden de, taraflar, barış süreçlerini yürütürlerken, bir yandan da tabanlarını yenilgi duygusundan korumak için, güç gösterilerine, güç mücadelesine devam ederler. Bu günlerde yaşadıklarımız, dinlediklerimiz, daha çok bu psikolojinin ürünleri ama çözüm/barış süreci istikrarla devam ederse, bunlar zamanla azalıp yok olacaklardır diye düşünüyorum.


AK PARTİ BDP SİMETRİSİ VE BİR TÜR ‘ONUR DENGESİ’


Raporda Kürt siyasetiyle AK Parti arasında bir onur dengesinin varlığına dikkat çekiyorsunuz. Bununla neyi kast ediyorsunuz?


Raporumuzda sözünü ettiğimiz “onur dengesi” de aynı psikolojinin tezahürlerinden biri. Özellikle BDP/PKK çizgisinde, AK Parti ile BDP’nin psikolojik olarak simetrik alınması alışkanlığı var ve bu, bir “onur dengesi” olarak görülüyor. Bu duygu, bir yandan siyasi analizleri gerçeklikten uzaklaştırıyor ama aslında bir yandan da, hükümeti daha katılımcı olmaya davet ediyor. Hükümetin yaptığı iyi şeylerin takdir edilmesi yerine, “verilen mücadele sonucunda elde edilen kazanımlar” olduğunu ifade etmek de bu “onur dengesi”nin sonuçlarından biri. Yani bölgede, özellikle Kürt siyasi çevrelerinde böyle bir hassasiyet olduğunu bilmek gerek.


DEVLET KÜRT MESELESİNİ BİZİMLE DE KONUŞSUN!


 


Malum PKK-BDP hattı tüm Kürtleri temsil etmiyor. PKK dışı Kürtlerin sürece dair düşünceleri rahatsızlıkları ve önerileri ne?


Elbette BDP/PKK siyasi hareketi tüm Kürtleri temsil etmiyor ama ülkemizdeki etno-politik hareketler içinde en büyüğü, en ağırlıkta olanı da bu hareket. Dahası, son silahlı isyanın da sahibi olan harekettir ve devlet açısından, diğer Kürt siyasi akımları/örgütleri, bu çizginin yanında ihmal edilebilir durumdadır. Diğer aktörlerin, grupların yaklaşımları şöyle: PKK ile, silahların susması ile, PKK’nın silahsızlandırılmasıyla ilgili konularda muhatap alınması gereken doğru adres, Öcalan’dır, PKK’dır, BDP’dir ancak Kürt sorununun genel çözümüyle ilgili olarak da sadece onlarla görüşülmesi yanlıştır. Çünkü onlar tüm Kürtleri temsil etmemektedirler; dolayısıyla diğer Kürt aktörlerin de muhatap alınması gerekir. Yani özetle, kendilerinin dışlanmasından, muhatap alınmasından ötürü belli bir rahatsızlık içindeler ve bunu alenen de söylüyorlar. Bu durumla ilgili olarak hükümete, muhataplarını çoğulculaştırmak, çeşitlendirmek; BDP’ye de daha katılımcı bir yol izlemek düşüyor sanırım.


SİLAHLAR SUSUNCA SİYASET DOĞALLAŞIR


Çözüm sürecinin yürümesi, BDP açısından yani silahsız, silahtan güç almayan tamamen sivil siyaset açısından ne anlama gelir, neyi değiştirir?


Çözüm sürecinin yürümesi, silahların susması ve sosyal ve siyasal hayatın üzerinden silahların gölgesinin kalkması demektir. Bu da, doğal olarak siyasi örgütlenmenin ve mücadelenin kısa sürede kendi doğal mecrasına girmesi, sahici aktörler eliyle yürümesi ve daha önemlisi, kısa zamanda siyasetin çeşitlenmesi, çoğulculaşması ve daha da demokratikleşmesi demektir.


GENÇ KÜRTLER NE DİYOR NE HİSSEDİYOR?


Genç Kürtlerle ilgili bir tartışma var malum. Bölgede genç kuşak devlete, 'Türk'lere nasıl bakıyor?


Bölgede genel olarak topluma yönelik bir olumsuzluk olmadığını söyleyebiliriz. Ancak genç kuşak, artık ülkenin geri kalanını tanımadan, başka şehirlere gitmeden, toplumun diğer unsurlarıyla tanışmadan hayatını tamamen orada sürdürebiliyor. Bunun yanı sıra, şimdiki genç kuşak, deyim yerindeyse bir bakıma kendini, her şeyini kaybetmiş bir kuşak olarak görüyor. Her şeylerini kaybetmelerinin müsebbibi devlet, devlet de Türk devleti. O yüzden, gençler arasında olumsuz duyguların ya da umutsuzluğun daha fazla olduğunu söyleyebiliriz.


UYUŞTURUCU KULLANIMINA ACİL ÇÖZÜM LAZIM


Bölgede uyuşturucu kullanımı yaygın olarak bahsedilen bir durum değildir, hep ticaretinden dem vurulur. Bunun sosyal siyasal yansıması çözüm bakımından nedir?


Özellikle gençler arasında uyuşturucu kullanımının yaygınlaştığına ilişkin şikayetlerin, çok yoğun biçimde dile getirildiğini belirtmeliyim. Daha önemlisi, bu yakınmalar, sadece muhafazakâr, dindar kesimlerden değil, seküler aktörler, aydınlar ve politikacılar tarafından da dillendiriliyor ve acilen çözüm bulunması gereken bir toplumsal sorun olduğu vurgulanıyor. Bu sorun, çözüm süreci bakımından da çok önemli. Çünkü uyuşturucu kullanımına müptela olmuş gençlerin, ciddi oranda suça bulaştıkları ve kirli işlerde çalıştırıldıkları da ileri sürülüyor. Bugün Ege, Akdeniz, Marmara başta olmak üzere diğer bölgelerimizdeki kentlere göç etmiş Kürt gençlerinin bu hali, o bölgelerde yaşayan insanlarda olumsuz bir Kürt algısının yerleşmesine de yol açıyor ve bugün yaşadığımız pek çok tedirginliklerin de kaynaklarından birini oluşturuyor. Sadece bu yüzden bile, kapsamlı bir çözüm sürecinin ya da projesinin, gençlere ve uyuşturucu başta olmak üzere gençlerin karıştıkları suçlara da kapsamlı bir projeksiyon tutması şarttır.


KAMUSAL ALAN DEMOKRATİKLEŞİYOR


PKK'nın bölgede bir alanı kapladığı, otoritesinin mevcut ve baskın olduğu biliniyordu. Geri çekilmeyle birlikte bu durum neye evrildi, ne tür gelişmelere gebe? Ve elbette ne yapmak lazım?


Özellikle savaş atmosferinin hâkim olduğu otuz yıllık süreçte Güneydoğu’nun yoğun çatışmalı bölgelerinde kamusal alanın ciddi ölçüde daraldığını ve daralan alanda da PKK’nın hakimiyet kurduğunu söyleyebiliriz. PKK hakimiyeti karşısında diğer unsurlar, ya köşelerine çekilmişler ya da farklı sosyal alanlarda faaliyet göstererek ayakta kalmaya çalışmışlar. İlginçtir ama bu unsurlar da örgütlenmelerinde PKK’yı örnek almışlar. Yani dar ve homojen gruplar, hiyerarşik örgütlenmelere gitmişler. Çözüm süreciyle birlikte, bu söylediğimiz hususlarda tam ters istikamette yeni gelişmeler olduğunu da belirtmek gerek. Örneğin, şimdiden kamusal alan genişliyor, PKK hâkimiyeti azalıyor, diğer aktörler büyük bir enerjiyle sahaya çıkıyor ve siyasetin referansları hızla demokratik normlara doğru kayıyor.                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                  


ANA DİLDE EĞİTİM KONUSU AŞIRI POLİTİZE EDİLDİ


BDP'nin en temel taleplerinden biri ana dilde eğitim. Ama biliyoruz ki, seçmeli ders olmasına rağmen, Kürtçeye düşük bir talep oldu ve o talepler de sömestr sonrasında yarı yarıya düştü. Bunun teknik içerik zorlukları mahiyet eksikleri vardır illa ama Kürtlerin siyasi düzlemde dile getirdiği bu talebin aslında Kürtlerde birebir karşılığı nedir aslında? Kürtçe eğitim bu kadar hayati midir kendi hayatlarında?


Ana dilde eğitim, sadece BDP’nin taleplerinden biri değil; tam tersine, ana dilinin eğitimde ve kamu hizmetlerinde kullanımı, neredeyse tüm Kürtlerin ortak talebi haline gelmiş durumda. Bu konuda aralarında herhangi bir ihtilaf veya tartışma yok. Ancak buna rağmen, Kürtçe seçmeli derse başvuru, beklenilenin çok altında kaldı. Çünkü en örgütlü kesim BDP tabanı ve o taban da eskiden beri hükümetin attığı adımları, yaptığı reformları baştan itibaren yetersiz gören ve hatta değersizleştiren bir politika izledi. Bunun altında yatan ana neden de, hükümetin bu reformları BDP’yi de bir taraf olarak görüp belli pazarlıkların sonucu olarak yapmak yerine, Türkiye’nin genel demokratikleşmesi perspektifi içinde tek taraflı yapmış olması. Bu siyasi rekabetin sonucu olarak TRT Şeş’e de tepki gösterdiler, seçmeli dersler konusuna da ilgi göstermediler. Evet, Kürtçe eğitim, daha doğru bir tabirle, çocuğun ana dilinde eğitim almasını son derece hayati görüyorlar. Ne var ki, bu konu çocuğun eğitimiyle ilgili bir pedagojik sorun, bir insani problem olmaktan çıkmış ve aşırı derecede politize edilerek siyasi kavgaların bir enstrümanına dönüşmüş durumda. Belki en doğrusu, bu konuyu siyasetin konusu olmaktan çıkarıp bir eğitim sorununa döndürmek...


ACIYA DUYARSIZLIK GÖNÜLLERİ SOĞUTUR


Ege bölgesinde mesela Kürt meselesinin olmadığı, sorunun PKK olduğuna yönelik algı-düşünce hiç düşük değil. Zorunlu göçle yer değiştirip Ege’ye gelenlerin ne yaşadığını da bilen çok değil. Bölgede çalışmış yaşamış olanlar ancak durumu az çok biliyor. Bir de sonradan yeni yeni öğrenenler ahlaki bir tutum alıyorlar... Bölge halkı bu durumun ne kadarını biliyor, nasıl karşılıyor bu acının bilinmemesini?


Yıllardır yaşayıp yaşattığımız ya da yanı başımızda yaşanan ama bizim hâlâ ismini bile doğru dürüst koyamadığımız bir sorundan bahsediyoruz. Eskiden beri Kürt sorunu dediğimiz sorun etrafında yaşananlardan yana toplum doğru bilgi sahibi olamıyor. Hele PKK’nın ortaya çıkmasından sonra, yani yaklaşık otuz yıldan beridir de sorunu, bir güvenlik sorununa dönüştürmeyi başardık ve adını terör sorunu koyduk. Yıllardır da bu dezenformasyon sürüyor. O yüzden Ege’deki vatandaşımız da doğal olarak, bir Kürt sorunu olmadığını, bir PKK sorunu ya da bir terör sorunu olduğunu düşünüyor. Güneydoğu halkı bu taraflardaki bu bilgisizliğin ve dolayısıyla duyarsızlığın ne kadar farkındadır, bilmiyorum. Ancak biraz okumuş-yazmış olanları, durumumuzu çok yakından biliyor, izliyor ve üzülüyorlar. Dahası, bu gidişat, gönüllerin soğumasını, ruhi kopuşu hızlandırıyor.


 


GEÇMİŞİ GERİDE BIRAKMAK İÇİN


Türkiye yeni ortak bir gelecek kurmaya çalışıyor. Peki ya geçmiş? Geçmişe nesnel olarak nasıl bakılmalı ki gelecek bundan olumsuz etkilenmesin?


Geleceğin, geçmişin gölgesinden kurtulması, geçmişten olumsuz etkilenmemesi için, her şeyden önce geçmişle ilgili herhangi bir sorununuzun kalmaması, daha doğru bir ifadeyle, geçmişte yaşanmış acıların dindirilmesi gerekir. Aksine, inkar etmekle, hiç yaşanmamış gibi yapmakla ya da yok saymakla geçmişi yok edemezsiniz. Geçmişin açtığı yaralar, derinden derine, inceden inceye kanamayı, kan sızdırmayı hep sürdürür. O yüzden yapılacak tek şey, geçmişle cesaretle yüzleşmektir, hesaplaşmaktır. Elbette bunun değişik yolları, yöntemleri var. Kimi vakalar için failleri yargılar, cezalandırır veya tarih ve insanlık önünde, kamuoyu nezdinde mahkum edersiniz; kimisinde uzlaşma ve af yolunu teşvik edersiniz, kimisinde insanların gönlünü alan sahici ve samimi bir özür dilersiniz. Ama hangi yolu tercih ederseniz edin, yapmanız gereken biricik şey, geçmişin yaralarını masaya dürüstçe yatırmaktır; üzerinden on yıllar geçmiş olmasına rağmen, insanların hâlâ yasını tutamadıkları acılarını dindirmek için samimi çaba göstermektir.


ÇEKİLME SORUNSUZ SÜRDÜKÇE BÖLGEDE YÜZLER GÜLDÜ


Bölgede çalışırken PKK'nın çekilme sürecine tanıklık ettiniz mi? Ne yaşandı bölgede çekilme başlayınca?


Çekilme sürecine tanıklık etmedik; o yüzden bu konuda ayrıntılı bir şeyler söyleme imkânına sahip değilim maalesef. Ancak şu gözlemimi paylaşayım: 10 Nisan’da ilk görüşmelerimizde, PKK’nın çekilmesi ve bu çekilmenin başlaması için anayasal-yasal güvenceler, Meclis’te bir gözetim komisyonu oluşturulması gibi talepler ve bu konuya dair ciddi korkular vardır. Özellikle 1999’daki geri çekilmede yapılan operasyonlar sonucu beş yüz kişinin öldürülmüş olması, başlı başına bir “99 fobisi” oluşturmuştu. Öte yandan, insanlar ‘Öcalan böyle bir çağrıda bulundu ama Kandil buna uyacak mı ya da ne ölçüde uyacak?’ ve benzeri soruların cevaplarını tartışıyorlardı. Ama 8 Mayıs’tan, yani çekilmenin başlamasından sonraki görüşmelerimizde, toplumun gerçekten çok rahatladığını, yüzlerin daha bir güldüğünü görüyor ve bir ay önceki talep ve endişeleri artık duymuyorduk.


YÜZDE 15 ÇEKİLMENİN ANLAMI NE?


Başbakan yüzde 15 oranında bir çekilme olduğunu söylüyor. Demirtaş da yüzde 80'nin yerinden ayrıldığını söyleyerek aslında Başbakanı teyit etmiş oluyor. Bu durum birinci aşamanın başında olduğumuzu işaretliyor. Aşamalar halinde yürüyeceği baştan belli olan süreç açısından bu durum neyin göstergesi sizce?


Detaylara dair kesin bilgimiz yok, olması da gerekmiyor. Ama çatışma çözümü ya da barış dediğimiz şeylerin, bir olgu değil, uzun zaman isteyen süreçler olduğunu, dolayısıyla önümüzde uzun bir yol olduğunu ve çok sabırlı ancak kararlı olmamız gerektiğini de unutmamak gerekiyor. Öcalan’ın geri çekilmenin başlayıp 2-3 ay içinde tamamlanmasını istediği ilk günlerden itibaren, bunun mümkün olmadığını söyleyenlerin yanı sıra, böylesine hızlı çekilmenin doğru olmadığını, en az iki yıla yayılması gerektiğini söyleyen aktörlerin olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla gerçekten ancak bu kadar mı çekilebildiler yoksa çekiliyormuş gibi yapıp oyalanıyorlar mı, bilmiyoruz. Kaldı ki, daha kötü ve tehlikeli dedikodular da duyuyoruz. Bunları bizler duyabildiğimize göre, ilgililer fazlasını da biliyorlardır. Bu süreçlerde önemli olan tek şey var: Tarafların birbirlerinin güvenini zedelememesi, birbirlerine ihanet etmemesi. İnşallah öyle bir tabloyla karşı karşıya değilizdir. Doğrusu ben bir ihanet tablosundan ziyade, alışık olmadığımız bir deneyim yaşamanın ve henüz çok başlarda olmanın getirdiği doğal zorluklar var karşımızda diye düşünüyorum, düşünmek istiyorum.


CİZRE, LİCE… ÇÖZÜM İRADESİNİ HEDEF ALIYOR


Cizre'de ortaya çıkan asayiş gücü, araç yakma adam kaçırıp fidye isteme gibi gelişmelerin anlamı ne? Provokasyon mu, gerçek mi, Öcalan’ın aslında sahaya hakim olmaması mı, ne? Aynı şekilde, Lice’de de üzücü bir olay yaşandı, can kaybı ve yaralılar var. Bu olayları ve sürece etkilerini nasıl değerlendirmek lazım?


Tarih boyunca tüm çatışma çözümü örneklerinde bu tür provokasyonların olduğunu biliyoruz. Henüz bunların asıl faillerini bilmiyoruz ama umarım kısa sürede öğreniriz. Her ihtimal mümkün; ilgili aktörlerin içinden bazı unsurlar da bu tür provokasyonlara girişebilir ya da en iyimser ifadeyle, işgüzarlıklar yapabilir, üçüncü aktörler de... Yani şunu söylemek istiyorum: Çözüm sürecinin genel gidişatını beğenmeyen PKK’nın yönetici kadrolarından birinin ya da birkaçının inisiyatifiyle de bu tür olaylar gündeme gelebilir, örgütün militan ya da sempatizan tabanından birileri tarafından da yapılabilir. Aynı şekilde, komşu ya da uzak bir başka ülkenin operasyonları da söz konusu olabilir. Yarın tam tersine, koruculardan ya da bazı güvenlik görevlilerinden kaynaklanan benzer girişimlerle de karşılaşabiliriz. Ama kamu görevlilerinin yaptıklarından ya da yapacaklarından nasıl herkes doğal olarak hükümeti sorumlu tutuyorsa, tutacaksa, bu tür olaylarda da PKK’nın, BDP’nin sorumluluk üstlenmesi, sorumlu davranması ve bu girişimlerin, süreci sabote etmesine izin vermemesi beklenir. Sonuç olarak, taraflar çözüm iradesini sürdürdükleri müddetçe, bu olayları birer yol kazası veya birer provokasyon olarak görmek, ana resmi gözden kaçırmamak gerekiyor. Yeter ki, bizlere silahların sustuğunu, silahlı mücadele döneminin kapandığını, geri çekilmenin sürdüğünü, birtakım adımların atıldığını ve atılacağını gösteren ana resim kararmasın.