AKP’nin Kürtleri, öyle mi?

Hadi “Erdoğan-Barzani” görüşmesine siyasal pozisyonlarınız icabı karşısınız; Şivan Perver’in yıllar sonra ülkesine dönecek olması niçin geriyor sizi?

Biri yazısında, “AKP’nin Kürtleri” nitelemesini kullanmış.

Bir Radikal yazarı...

Kemal Burkay’ı ve Şivan Perver’i kastediyor.

Şivan Perver’e bu toprakları dar eden “faşist kafaya” ses çıkarma, birileri çıkıp “Şivan’ın da, Kemal Burkay’ın da ülkelerine dönmelerine engel teşkil eden bir durum yok. Buyursun gelsinler” dediğinde yaygarayı kopar.

Kaç yıl önceydi?

Bir genç sanatçı (Berdan Mardini), televizyona çıktı ve Kürtçe bir türkü okudu.

Erdoğan’ın Başbakan olduğu yıl...

İlginçtir, ilk kez kıyamet kopmadı.

Hatta, bu girişim “devrim” diye nitelendirildi.

İngilizce şarkılar da seslendiriliyordu radyo ve televizyonlarımızda.

Değil mi?

Fransızca şarkılar...

John Baez dinliyorduk örneğin.

Aznavour filan...

Gerçi o da “kötü çocuk” ilan edilmişti ama hiç değilse “chansonları” kaset ve CD’lerden dinleyip içlenebiliyorduk kaçamak tarafından...

Böyle bir Türkiye vardı...

Bazı kitapları tezgah altından temin edebiliyorduk.

Bazı filmleri CD’den bile izleyemiyorduk.

Bir cinnet haliydi. Gelip geçti.

Gelip geçti çok şükür ve olan da dünyanın en güzel gözlü insanına, rahmetli Ahmet Kaya’ya oldu. Yaşasaydı, o da “AKP’nin Kürtleri” nitelemesinden payını alır mıydı?

Mutlaka alırdı.

Her fırsatta, “Kürt” olduğunu, halkların kardeşliğini savunduğunu, ülkesini çok sevdiğini, pekala farklılıklarımızla birlikte barış içinde (anlayış temelinde) “birarada yaşayabileceğimizi” söylüyordu.

Kürtçe bir şarkı yapıp kasetine koyacak, bir de klip çekecekti.

Bu klibi yayınlayacak “yürekli insanlar” arıyordu.

Evet, ister istemez provokatifti.

Böyle olmak zorundaydı. Bir anlayışı kırmak adına buna mecburdu.

Çünkü, “Kürt realitesini tanıyoruz” sözüyle başlayan kısmî sulh ortamı, daha sonra (çok daha sonra, bayrağa sarılı tabutlar çoğaldıkça ve yamaçlardan militan cesetleri toplandıkça), “kimliklerin inkarına” dayalı bir şizofrenik ortama elvermişti ve o da ummadığı, beklemediği, istemediği halde, “yangına körükle giden adam” pozisyonuna düşürülmüştü.

Film de, o meşum 12 Şubat 1999 akşamında, Magazin Gazetecileri Derneği’nin ödül töreninde kopmuştu işte...

Gece yaşananları hatırlatmak istemiyorum.

Bazılarının yüzü kızaracak çünkü.

Bazı sanatçıların, bazı, bazı gazetecilerin, “10. Yıl Marşı” ve “Memleketim” şarkısı eşliğinde linç provokasyonuna alet olan bazı ünlü isimlerin...

Kim olduklarını biliyorsunuz.

Magazin Gazetecileri Derneği’nin ödül töreninde, “ödüllü” sanatçılardan biri olarak yaptığı “konuşmayla” bir anlamda kendi ipini çekmişti.

Böylece, “Ahmet Abi’nin Gemisi”yle biriktirdiklerini, bir gecede alıverdiler elinden. Arkasından “Vay Şerefsiz” diye manşetler attılar.

Bir kabahati daha vardı:

Başörtüsü meselesini dert edinmişti ve “Anamın örtüsüne uzanan eli kırarım” gibilerden ileri geri laflar ediyordu.

Bugün aramızda olsaydı, uğrunda “ölümlere savrulduğu” şeylerin mesele olmaktan çıktığını, çıkarıldığını, hatta “mesele” bile olmadığını görseydi...

Ne iyi olurdu değil mi Ertuğrul Özkök!

Ne iyi olurdu değil mi Ezgi Başaran!