Akrabalarımın kafası karışık

Bayram tatilini İstanbul’da geçirince yıllardır ihmal ettiğim akrabalarımı görme fırsatı buldum. Çoğun seksenli yaşlara gelmiş olan aile büyüklerimle havadan-sudan, geçmişin güzel günlerinden, ama en çok da Türkiye’nin dış politikasından konuştuk. Kimisi Suriye’yi, kimisi Mısır’ı, kimisi de ülkelerinin AB üyesi olup olmayacağını merak ediyordu.

En çok bilmek istedikleri de iktidarın hata yapıp yapmadığı, dış politikasındaki yeni yönelimin ülkeleri için iyi mi, yoksa kötü mü olduğuydu. Ben de elimden geldiğince ve onları sıkmayacak şekilde Davutoğlu ile özdeşleşen politikanın artılarını, eksilerini anlattım.

***

Ancak anladım ki tek anlatılması gerekenler akrabalarım değil. Türkiye’nin genel olarak anlatılmaya ihtiyacı var. Çünkü şu an itibarıyla son derece kaygan bir zeminde duruyoruz. Eskinin araçlarıyla bugünü anlamlandırmamız zor. Kime ve neye bakarak dış politikanın belirlendiğini söyleyeceksiniz? Yapılan bir şeyin iyi ya da kötü olduğunu hangi kritere göre değerlendireceksiniz? Hükümetin başarısını ya da başarısızlığını neye göre ölçeceksiniz?

Bugün sizin başarısızlık olarak adlandırdığınız bir hamle yarın başarı getirecekse yaptığınız analiz içinize sinecek mi? Başarıyı kimsenin sizin yaptığınıza itiraz etmemesi olarak tanımlarsak, bu ülkenizi eylemsizliğe ve çaresizliğe sürüklemez mi? Benim ya da başka bir uzmanın öznel ve siyasi tercihleri üstünden yapacağı bir değerlendirme ne derece gerçeği yansıtır olacak?

Pazarlık pozisyonu olarak öne sürülen bir görüş kabul edilmez de gerçekten istenen kabul edilirse, dış politikanın başarısız olduğunu mu söyleyeceğiz? Kürt sorunu var diye Ortadoğu’yu hep PKK üstünden mi okuyacağız? Başarıyı onların hanesine attığımız gol olarak mı algılayacağız? İsrail ile ilişkileri nasıl görmeliyiz? Dış politikadaki ahlaki duruşu eleştirip Makyavelyan anlayışı mı kutsamalıyız? 

Bu ve benzeri sorunlara çoğumuzun cevabının olduğunu zannetmiyorum. Oysa eskiden her şey ne kadar kolaydı. Soğuk Savaş’ı kutuplar üstünden ve bulunduğumuz konumdan okurduk, bir kaç küçük çıkarımızı büyük devletler arasındaki gerilimden yararlanarak korumaya çalışırdık. Koruyanı över, korumayanı yererdik. Kürt sorunumuz, Kıbrıs sorunumuz ve Soykırım sorunumuz vardı. Bazen de dış siyaset anlamında yönetebileceğimiz insan hakları sorunlarımız.

Soğuk Savaş’ın bitimi işimizi biraz zorlaştırdı, ama ortaya çıkan Türk dünyası üstünde söz hakkımız olduğunu iddia ederek durumu idare etmeye çalıştık. Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar Türk dünyası kurulduğunu söyledik. Bir süre Saddam Hüseyin’in bize sunduğu fırsatı kullandık, biraz da Yugoslavya’nın çöküşü üstünden siyaset yaptık. 2001 sonrasında bile işimiz zor değildi. 11 Eylül sayesinde bize küresel bir rol biçilmişti.

Üstelik de aynı yıl yayınlanan kitabıyla Davutoğlu Türkiye’ye yeni bir vizyon vermeye başlamıştı. Coğrafya ve tarih üstünden çizilen bu vizyon dönemin koşullarına ve Türkiye’nin ihtiyaçlarına uygundu. Benim gibi pek çok insan Davutoğlu’nun vizyonunu eleştirmiş olsa da, onun bakış açısı sayesinde çok şey değişmiş, Türkiye arka bahçesiyle barışmış, Ortadoğu siyasetinde etkili bir aktör olma özelliğine kavuşmuştu.

***

Fakat tüm vizyonlar gibi Davutoğlu’nun vizyonu da zaman içinde gelişen ihtiyaçlara ve koşullara cevap veremez hale geldi. Aslında sorun vizyonda değil değişen koşullardaydı. Ama bizler onu eleştirmeyi tercih ettik. İçeriden bakanlar uygulanan politikanın bedelini sorguladı, dışarıdan bakanlar sıfır sorun gibi ideallerini. “Arap Baharı” ile birlikte de her şey çok daha değişken hale geldi. Darbeler oldu, savaşlar uzadı, insanlar kaçırıldı, tehditlerin niteliği değişti. “Eski” paradigma yeni sorunlara cevap veremez hale geldi.

Bayram tatilinde bir kez daha anladım ki bizim yeni bir anlatıya, yeni bir paradigmaya ihtiyacımız var. Türkiye tekrar model olmalı, yeniden bölgesel sorunların çözümünde rol oynamalı. Yeni tehdit değerlendirmeleri yapmalı. Dünya siyasetindeki muhtemel dalgalanmaları hesaba katan tutarlı bir duruş sergilemeli. Ayağına yorganına göre uzatıp, elindeki imkanların ötesinde beklentilere kapılmamalı. Hepsinden önemlisi de zamanın ruhuna uyan anlatacağı iyi bir hikayesi olmalı. Kısa bir yaz molasından sonra görüşmek üzere...